Hegel diyalektik felsefeyi ortaya atmış, Marx, ekonomik ve siyasi tarihi diyalektik olarak incelemiş.
Diyalektik kısaca şu. Mevcut durum bir tezdir. Sonra bunun antitezi, karşıtı ortaya çıkar. Bunlar bir süre çatışır, ama sonra ikisi de olmayan, ama ikisinden de parçalar taşıyan, yeni bir tez, bir sentez oluşur.

Tarihin akışı gerçekten bu şekildedir. Eski Mısır ve Sümer tapınaklarındaki yazılar, sanki bugün yazılmış gibi dururlar. İnsanlık değerlerinin azaldığından, gençlerin saygısızlığından, yolsuzluk ekonomisinden, hatta kıyametin yakın olduğundan bile bahsedilir. Çünkü uygarlık değişse de, insan binlerce yıl içinde çok değişmemiştir.
Ama insan değişmese de, uygarlık çok değişmiştir. Rönesans ve reform, kentleşme ve sanayileşme, sömürgeler ve buharlı gemilerle ticaret, Amerika kıtasının zengin kaynakları ve mekanize tarım 20. yüzyıl başlarında dünyayı çok farklı bir ekonomik noktaya getirmiştir.
Aynı dönemde eğitimin yaygınlaşması ise, kültürde büyük bir değişim yaşanmasına neden olmuş, bilim, felsefe ve sanat, artık sadece seçkinler değil, kitleler tarafından da takip edilmeye başlanmıştır.

Siyasi sistemlerde ise, önce aristokrasinin krallara bir denge unsuru olmasını, sonra burjuvazinin zenginlik yoluyla iktidardan pay istemesini, bunun kilisenin siyasi payını azaltmasını, son olarak işçi ve çiftçilerin de, oy hakları aracılığıyla, siyaseten güçlenmelerini gözlemliyoruz.
20. yüzyıldaysa, ikisi de birbirinden yıkıcı iki dünya savaşı, ve sosyal soslu kapitalist demokrasilerin, yavaş yavaş, neredeyse bütün dünyaya hâkim olması, sosyalizmin ne Doğu Bloku’nda, ne de Uzak Doğu’da buna direnememesi, siyaseten en belirleyici kavşaklardı.
İşte bu noktada, 1980’lerin sonlarında, filozoflar ve siyaset bilimciler, artık tarihin bittiğini söylediler. Fukuyama açıktan söyledi, ve çok ünlü oldu. Ona göre, uygarlık artık zirvesindeydi, serbest piyasacı, özgürlükçü demokrasilere artık bir antitez çıkamazdı.

Huntington ise, İslam ve Batı medeniyetinin kaçınılmaz bir çatışmaya gideceğini yazdı. Liberal demokratik devlete, dinsel itirazlar yükselecekti.
Başta eski Marksist filozoflar, bu dönemde küreselleşmeyi tartıştılar. Ve Batı uygarlığının dünyayı bir imparatorluk gibi yöneteceğini, bunu daha çok dev şirketler aracılığıyla yapacağını, gelişmekte olan ülkelerin de, geri kalmış ülkelerin de, hiçbir zaman gelişmiş ülkeler düzeyine gelemeyeceğini söylediler.
Aslında hepsi haklıydı. Huntington’un tezi, radikal İslamcı terörle hayat buldu, Çin kendini yeni modele adapte etti, ve orta düzeydeki ülkeler küreselleşmeyle biraz zenginleşseler de, hiçbir zaman diğerlerini yakalayamadılar.

21. yüzyılın başında, bence henüz kesinlikle bitmemiş olan global finansal kriz, ve internet aracılığıyla artık bilginin ulaşılabilir olması, uygarlığımızı yeniden dönüştüren, büyük virajlar olacak.

Çünkü siyaset sosyolojisi değişiyor. Daha önce sırasıyla, aristokrasinin, burjuvazinin, ve işçi sınıfının iktidar talepleri gibi, şimdi ortalama insanların, vasatın, seçkinlerden bir iktidar talebi var.

Demokrasi hiçbir zaman istediğimizi seçme rejimi olmadı, istemediğimizi seçmeme rejimi oldu. Ve hangi siyasi parti olursa olsun, siyasi hareketlerin liderliklerinde hep o görüşün en seçkin, en eğitimli, en kültürlü üyeleri rol aldılar. İdealde olmasa da, meritokrasi, yani hak edenin, erdemlinin yönetimi yaygındı.
Hükümetin görevi, vergileri ve bütçeyi yönetmek, kendi siyasi önceliklerine göre, kısıtlı kaynakları dağıtmak. Ve seçkinler, elbette küçük nüanslarla, genelde, bilimi, sanatı, felsefeyi de hep önemsediler. Bu anlamda, devlet ve entellektüeller arasında, hem geçişkenlik, hem de bir koalisyon vardı.
Ama ortalama vatandaşı, ve vasatı öne çıkaran yeni sosyal yapı, uygarlığımızın bu üç ana sütununu hiç önemsemiyor. Bilim de, sanat da, felsefe de onlar için anlamsız. Söylem olarak, sloganlarla, tutarsız ve gerçeğe dayanmayan demagojilerle, uzun makaleler yerine kısa metinlerle, devrimci sanat yerine kaba ve basit eserlerle, ve sığ düşüncelerle yönlendiriliyorlar.

Ve daha da kötüsü, vasatın iktidarında, yani medyokraside, entellektüeller, haydi düşman demeyeyim, ama bir tür rakip. Ve artık, devletin vergi gelirlerini yönetme hakkı alan vasatizm, ekonomik desteğini kesmesi bir yana, uygarlığımızın bilim, sanat ve felsefe, yani aslında kültür alanındaki, daha önceki kazanımlarını da tarihten silmek istiyor.

Sokrat’ın, Platon’un, yüzlerce yıl önce dikkat çektiği demokrasi paradoksu, yani vasatın iktidarı gerçekleşiyor, ve aslında toplumun çok küçük bir parçası olan entellektüellerin oy sayısı çok az.
Elbette etkileyebildikleri bir bölüm hala var, ve neredeyse vasatizmin iktidarındaki her ülkede, oran yarı yarıya. Ama durum o kadar belirsiz ki, her iki taraf da gelecekten çok korkuyor.
21. yüzyılın siyasetinde, antitez, beklenmeyen yerden geldi. Vasatizm, kurumları sarsıyor, kültürü yok sayıyor, ve destekçileri de bundan çok mutlu. Ama toplumun diğer yarısı da, çok mutsuz.
O zaman yeni sentez nasıl kurulacak?
Bir kere bu süreç çok kısa da, çok uzun da sürmeyecek. İkincisi, insanoğlu, hep merak etmiş, ve hep güzele ve iyiye doğru meyletmiştir. Üçüncüsü, elle gelen düğün bayram ve gün doğmadan neler doğar.
Uzun oldu, ama bu konuda daha yazılacaklar var, haftaya devam edeyim.