4. Murat olarak adlandırılan zat-ı muhterem, 3 kıtada 600 yılı aşkın süre imparatorluk olarak yaşamış Osmanlı'nın 17. padişahıdır. 1623-1640 arası hükümdarlık sürmüştür. İlginç birisidir. 2. Selim'in ölümünden sonra, henüz 11 yaşındayken tahta çıkan, Sultan 1. Ahmet ile asıl adı Anastasya olan Rum asıllı cariye Kösem Sultan'ın oğlu 4. Murat için o sırada bulunduğu Mudanya'ya Saltanat Kayığı gönderilir. Ancak söz konusu kayık boş dönecektir. Çünkü 4. Murat, bir buz kayığı ile İstanbul'a getirilmiştir.  

Şimdi ortada Osmanlı mosmanlı kalmadı. Padişah 4. Murat'tan ne kaldı bugüne derseniz; bir tek alkol, kahve ve tütün yasağının en sert onun döneminde geçerli olmasından öte bir şey kalmadı. Peki, burada ilginç olan ne?
          
Kaynaklar, 4. Murat'ın, bizzat kendisinin namlı ayyaşlardan olduğundan söz eder. Bu birincisi. İkincisi ise ayyaşların piri Bekri Mustafa, bu "Ayyaş Padişahın" çağdaşıydı. Hatta denilir ki, Bekri Mustafa, bu ününü, çoğunlukla bu yasaklar karşısında elde etmiştir.
          
Yine işin ilginci, bir gün tebdil-i kıyafet çarşıda gezerken ölesiye sarhoş halde çöpler arasında yuvarlanan Bekri Mustafa'ya rastlayan 4. Murat, onun aracılığıyla şarapla tanışır, Saray'da şarap alemleri yapar. Bekri Mustafa'nın aşırı alkolden dolayı kısa süre sonra ölmesi padişahı hayli üzecek, kendisini görkemli törenle bir meyhanedeki fıçıların arasına gömdürecektir.
           
Evet, alkol tüketimi ve Osmanlı konusuna dönecek olursak; İmparatorluğun merkezi İstanbul aynı zamanda meyhaneleriyle ünlü cennet bir kentti. Dillere destan bilgi kaynağımız Evliya Çelebi'nin anlattıklarının ışığında, kentte, 4. Murat öncesi binin üzerinde meyhane olduğunu öğreniriz. Meyhanecilerin toplam sayısı 6 bindir. Özellikle de Galata, Üsküdar, Eyüp kadılıkları içerisinde toplanmışlardır.
          
Yine Evliya Çelebi'nin tatlı anlatımından öğrendiğimize göre; İstanbul'un dört çevresinde meyhaneler çoktur ama çoğunluk Samatya kapısında, Kumkapı'da, Yeni Balıkpazarı'nda, Unkapanı'nda, Cibali kapısında, Ayakkapısı'nda, karşıda Hasköy'dedir. Amma Ortaköy, Kuruçeşme, Arnavutköy, Yeniköy, Tarabya, Büyükdere ile Anadolu tarafında Kuzguncuk, Çengelköy, Üsküdar ile Kadıköy'ünde de tabaka tabaka meyhaneler vardır.
           
Bu konuda kalem oynatmış üstadlarımız Evliya Çelebi ve Reşad Ekrem Koçu'dan öğrenmekteyiz ki; döneminde, İstanbul'daki meyhaneler ya bulundukları yere ya sahiplerine ya da o yıllar kapı girişlerine unvan levhası olarak asılan tahtadan, madenden kayık, kule, hançer gibi alameti farikalara, bunun da dışında içlerindeki havuzlarla fıskiye gibi unsurlara dayalı olarak ad alırlarmış. Hançerli, Kafesli, Vezirhanı, Mişon gibi...
           
Meyhanelerin de sınıflamaları varmış: Ruhsatlı meyhaneler (gedikli meyhaneler) ile kaçak meyhaneler (koltuk meyhaneleri) diye ikiye ayrılırlarmış. Koltuklar da, ayaktakımının ve efendiden kişilerin gittikleri yerler olmak üzere iki çeşitmiş.
           
Bir diğer ilginç bilgi; Yeniçeri akşamcıları, "dayı" unvanı ile herkesten üstün hizmet görürlermiş. Kayıkçı, hamal ve baldırı çıplak külhaniler ise gediklilere giremezlermiş. Uğrasalar da, meyhane akşamcılarının bulunmadığı zamanlarda ayakta içip giderlermiş.
           
Peki, ayaktakımı nasıl içermiş, diye soru sorulacak olursa onun da yanıtı var: Ayaktakımı, ayaklı meyhaneler adı verilen seyyar içki satıcılarının ellerinden içerlermiş. Ayaklı meyhaneciler genellikle Ermeniler olurmuş ve dükkânı, tezgâhı, fıçıcısı, ustası, sâkisi hep kendileriymiş. Bellerine ucu musluklu, içi rakı veya şarap doldurulmuş gayet uzun koyun bağırsağını sararlar, sırtlarında bir cübbe, cübbenin iç cebinde bir kadeh, omuzlarında da işaret olarak peşkir bulunurmuş. Ayaklı meyhaneler en çok Bahçekapı, Yemiş iskelesi, Galata ve civarında dolaşırlarmış. Müşterilerini gördüklerinde ilkin etraflarını kollarlar, ortam uygunsa kuşağının arasındaki musluktan kadehi doldurarak, müşteriye, vücutlarının hararetiyle ısınmış içkiyi sunarlarmış.
         
Yazının sonuna geliyorum. Yine Evliya Çelebi'nin ballandırmasıyla sürdürelim:
-Meyhaneciler mezmum kavimdir. Meyhaneleri içre bu kadar hanende, sazende, mutriban cem eyleyüp şebü rûz safa ile sürûd ederler. Şarabın gerçi nassı kat'ı ile katresi haramdır amma hükema kavlince ana "ruhi sâni" demişler, nûş eden canların canına can verip, bîhayet iken şirâne cünbüşe başlayıp bîhicab olurlar.
          
Peki, önümüz ramazan olduğuna göre aklımıza takılanı da soralım: Osmanlı'da, ramazan ayında meyhaneler açık olur muydu? Olurdu elbet. Sadece ay boyunca Müslüman müşterilerinden yoksun kalırlardı. Meyhaneciler, sofra başı olan hatırlı Müslüman müşterilerinin evlerine ramazan bayramının ilk günü büyük tabak içerisinde midye ya da uskumru dolması gönderirlerdi. Bunun anlamı, "bizi unutmayınız!" demekti.

*          
Neyse; zulümleri, hoşlukları, saltanatları ile varsıllığı sürekli artan toplumsal koleksiyonumuzda yer almışlardan biridir Padişah 4. Murat. Şarap içenlerimizin şimdi onu daha bir saygıyla anacaklarını düşünüyorum!
*
Şu aralar pencereden sık sık sokağa bakar, mahalleye kulak kesilir oldum. Henüz ayaklı meyhanelerden ortada eser yok. Elleri kulaklarındadır, bugün yarın görünürler. Bekleyeceğiz!


TARİHTEN SAYFALAR


27 Mayıs

Dün 27 Mayıs idi. 27 Mayıs, çok partili yaşamın ilk iktidar partisi Demokrat Parti'nin iktidarına son verildiği gündür. 1956 ile genel seçimlerin yapıldığı ve iktidar partisinin yara aldığı 1957 DP'nin çöküş yıllarıdır.
           
Bu yıllardan birinde CHP Genel Başkanı İsmet İnönü'nün evinde dar kapsamlı aile yemeği yenmektedir. Konuklar Niğde CHP Milletvekili Şefik Soyer, oğlu Dündar Soyer'dir. Ülkede ekonomik faaliyetler yavaşlamış, yine ekonomide durgunluk dönemine girilmiştir. Merkez Bankası'nda toplanmış altın ve dövizler de ithalat çılgınlığı içerisinde hızla tüketilmektedir. Demokratik düzen ve insan hakları da zamanın iktidarı DP tarafından ihlal edilmektedir.
Dündar Soyer, bir aralık Paşa'ya sorar:
-Paşam, niçin CHP ve onun başkanı olarak siz daha sert bir politika uygulamıyorsunuz? Kamuoyunu harekete geçirmiyorsunuz?
-Sert bir cevap vermek için toplumun desteğini hissetmek lazım, der İnönü.
Nitekim Paşa'nın öngörüsü doğru çıkacak ve DP, 1957 seçimlerinden yara alacaktır. 1954 seçimlerinde ancak 34 milletvekili çıkartan CHP ise büyük baskı ve şantajlar altında yapılan 1957 seçimlerinde oyların yüzde 40,5'uğunu alır, 173 milletvekili ile Meclis'e girer.
Çok partili rejimi ve DP iktidarı dönemini gençlerimizin iyi bilmelerinde sonsuz yarar var, diye düşünüyorum.