Gündelik hayhuy içinde koşuştururken, çoğu zaman bir gün yaşamımızın son bulacağının bilincinde değilizdir. Belki de bu sebeple, ufacık anlaşmazlıklarda kalp kırar, çözümü olan sorunlar için kendimizi kahreder veya daha çok kazanma hırsıyla didinir dururuz. Ta ki ölüm yakınımıza gelene kadar...

Bir yakınımızı kaybettiğimizde, birdenbire her şey susar. Görünmez dev bir beton bloğa çarpmış gibi kalakalırız. Daha önceki kayıplarımızdaki hislerimiz yeniden canlanırken, kendi ölümlülüğümüz de bizi selamlar.

Anlam, teselli ve cevap için inançlara, felsefeye veya edebiyata başvururuz.

Seneca’ya göre hayat, bu kadar önemli tutulmasını ölüme borçludur. Jostein Gaardner, “Sofie’nin Dünyası” kitabında şöyle yazmıştır: “Yaşam ve ölüm aynı şeyin iki yüzüydü. İnsan öleceğini fark etmiyorsa, varoluşunu da yaşayamaz. Ve bir yandan yaşamın ne kadar harika olduğunu düşünmeden de, ölmek zorunda olduğumuzu düşünmek imkansız.”

Ölümün sarsıcılığı karşısında, biz yetişkinler için bile yaşam ve ölümün madalyonun iki yüzü olduğunu kavramak kolay değilken acaba bu olgu çocuklara nasıl anlatılır...

Danimarkalı çocuk kitabı yazarı Glenn Ringtved ve illüstratör Charlotte Pardi’nin “Cry, Heart, But Never Break” adlı resimli kitabı, bu konuda hoş bir örnek.

Yazar, kendi annesi ölüm döşeğindeyken durumu çocuklarına anlatmakta güçlük çekmiş. Kitabın adı da, annesinin çocuklara söylediği bir sözden geliyor (kitap henüz Türkçe’ye çevrilmemiş, başlığı “Ağla, Kalp, Ama Asla Kırılma” olarak tercüme edilebilir). Büyükanne bu sözüyle, kayıp karşısında üzüntüye izin verilmesi, direnilmemesi, daha sonra üzüntünün yaşamın bütünlüğü içine yerleştirilmesini salık veriyor.

Hikaye, dört çocuğun büyükanneleriyle yaşadığı küçük bir evde geçiyor. Büyükanneye gelen Ölüm, çocukları korkutmak istemediği için tırpanını kapıda bırakır. Mutfak masasına oturur. Evdeki sessizliğin içinde, çocuklar büyükannelerinin masadaki konukla aynı şekilde nefes alıp verişini duymakta, artık az zaman kaldığını bilmektedirler.

Kaçınılmaz olanı geciktirmek için bir plan yaparlar. Ölüm’ün sadece geceleri çalıştığına inanarak, konuğun kahve fincanını şafak vaktine kadar sürekli doldurmaya karar verirler. Böylece Ölüm, sabaha kadar kahve içip Büyükanne’yi almadan gitmek zorunda kalacaktır. Fakat eninde sonunda Ölüm kemikli elini fincanın üzerine kapatarak vaktin geldiğini belirtir. Çocuklardan biri minik eliyle Ölüm’ün elini tutarak Büyükannesini almamasını rica eder. “Neden Büyükanne’nin ölmesi lazım?” diye ısrarla sorar.

Ölüm, bu soruyu bir öyküyle yanıtlamaya karar verir, böylece çocukların ölmenin doğal ve gerekli olduğunu anlamalarına yardımcı olacağını ümit eder. Onlara, kasvetli bir vadide yaşayan Üzüntü ve Keder adlı iki erkek kardeşin hikayesini anlatır. İki kardeş, tepelerdeki gölgelerin ardına hiçbir zaman bakmadıkları için günlerini yavaşlık ve ağırlık içinde geçirmektedirler. Bu gölgelerin ardında ise, Neşe ve Sevinç adlı iki kız kardeş yaşamaktadır. Kız kardeşler, canlı ve parlaktır; günleri mutlulukla doludur. Fakat, bir şeyin eksik olduğunu hissetmektedirler.

Erkek kardeşler, kız kardeşlerle tanışır ve birbirlerine aşık olurlar. Böylece mükemmel dengede iki çift oluşur: Üzüntü ile Neşe, Keder ile Sevinç. Ölüm, çocuklara yaşam ve ölümün de böyle olduğunu söyler. “Eğer ölüm olmasaydı hayatın değeri ne olurdu? Hiç yağmur yağmasaydı güneşin tadına kim varabilirdi? Gece olmasaydı kim gündüze hasret kalırdı?” der.

Sonunda Ölüm masadan kalkarak üst kata çıkar. Kısa bir süre sonra çocuklar üst kat penceresinin açıldığını duyarlar. Ardından Ölüm’ün “Uç, Ruh. Uç, Uçup Git” diyen fısıltısı duyulur. Koşarak yukarı çıkarlar, Büyükanne ölmüştür. Büyük bir üzüntü, sıcak bir huzura sarılıdır. Perdeler, nazik sabah esintisiyle uçuşmaktadır. Ölüm, çocuklara bakarak “Ağla, Kalp, ama asla kırılma. Üzüntü ve keder gözyaşların, yeni yaşamın başlamasına yardımcı olsun.” der ve oradan ayrılır.

Geçen hafta kaybettiğimiz sevgili kuzenim Özlem’in ardından, onu ve iki tatlı oğlunu düşünerek aktardığım bu hikaye, belki benim gibi başka büyüklere de iyi gelir...