Ali Budak-Çocukluğundan itibaren mübadele döneminde yaşanılan trajediyi yaşananların ağzından dinleyen ve sonunda o günleri 'Ah Mana Mu' (Ah Anneciğim) ile kaleme alan İzmirli Yazar Handan Gökçek, 'Ah Mana Mu'yla aslında bir gerçeği yeniden taşımaya çalıştım. 'Filler tepişir olan çimenlere olur' sözündeki gibi bu süreçte çimenlere yani bizlere yani insana olanları, başlarına gelenleri anlatmak istedim. Bir şeyleri anlatma derdim vardı ve bu kitap ortaya çıktı. Zaten yazan insanların biraz suya sabuna dokunması gerektiği düşüncesindeyim' dedi

Lozan Barış Antlaşması sonrası Türkiye ve Yunanistan'da yaşayan Rumlar ve Türkler karşılıklı olarak göç etti. İki ülkeden de çok sayıda insan yaşadığı yeri terk ederek bilmedikleri başka bir yere gitmek zorunda bırakıldı. Bu göç yollarında çeşitli hikâyeler ve konular ortaya çıktı. Mübadele dönemi dediğimiz bu dönemde ciddi acılar yaşandı. Bunlar filmlere, kitaplara, oyunlara da yansıdı. Her iki ülkeden yazarlar dönem dönem bu konuları yazılarında ve romanlarında işledi. İzmirli yazar Handan Gökçek de yazdığı 'Ah Mana Mu' kitabında bu konuyu derinlemesine işledi. Kitabın basımının üzerinden uzun zaman geçmiş olsa da konusu itibariyle sürekli ilgi çekmeyi sürdürüyor. Ah Mana Mu ile belli bir döneme ışık tutmaya çalışan Handan Gökçek ile genel olarak kitabın öyküsü, Türkiye'deki ötekileştirme üzerine keyifli bir sohbet gerçekleştirdik.

'Mübadele hikayeleri ile büyüdüm'

Bu konuda bir kitap yazma fikri nasıl ortaya çıktı? Bilgilerinizde Yunanistan'dan göç ettiğinize ulaştım. Kendi hikâyenizle bir ilgisi var mı?

Ailem, Yunanistan Yanya'dan Türkiye'ye gelmiş. Ben hep büyükannemin hikayesi ile büyüdüm. Mübadele zamanında Selanik'ten kalkan gemi Mersin Limanı'na geliyor. Büyükannem için memleket dedikleri yer Yanya idi. Daha sonra İzmir'e gelmişler, önce Hatay'da kalmışlar fakat memleket dedikleri yer her zaman için Yanya idi. İkinci üçüncü kuşaktan itibaren artık Hatay memleket olarak kanıksanmaya başlandı. Bizim büyüklerimiz oranın hayali ile yaşadılar. Oradaki hikâyeler ile büyüdük. Anne tarafım Arnavutluk'tan göç eden bir aile olduğu için evde Arnavutça, Rumca ve Türkçe olmak üzere üç dil konuşuluyordu. Bu sebepten ötürü de bu diller birbirinin içine geçti. Çocukluğum bütün bunların arasında geçti. Babaannemin hikâyesi de çok vurucu. İkiz bebeklerden bir tanesini dede evlatlık veriyor. Ve bebeklerden biri kayboluyor. Bu babaannemin hayatı boyunca yaşadığı derin bir iz. Evlatlık verilen bebek hiçbir zaman bulunamıyor. Onun hayali ile torununu onun yerine koyuyor. İnsan bu hikâye ile büyüyüp ister istemez yazma isteği de belirince, bu konuyu yazma fikri kendiliğinden oluştu. Ancak bu konu hakkında yazma fikri de önceden beri hep aklımdaydı.

'Hikâye, roman olmak istedi'

Ancak edebiyata ilk olarak öyküyle başladınız değil mi? Bu konuda neler söyleyeceksiniz? Öyküden romana geçişin nasıl gerçekleştiğini anlatır mısınız?

Edebiyata ilk olarak öyküyle başladım. Kafamda önce on iki öyküden oluşan bir kitap fikri vardı. Mübadele öykülerinden oluşan bir kitap yazmak istemiştim. Ama bazen hangi türde yazacağınıza yazmak istediğiniz konu da karar verebiliyor. Bu hikayede de öyle oldu. Bütün hikayeyi öykü ile ifade edemeyeceğime karar verince bu roman ortaya çıktı. Tabi başlarında roman yazma fikri de bana oldukça uzak geliyordu. Çünkü öykü, kısalığı ve yoğunluğu ile çalışmayı daha bir sevdiğim bir tür. Roman ise biraz daha uzaktı. Konu çok genişti. Konu geniş olunca kesik kesik olacağını fark ettim. İki ana karakterim babaannem ve dedemin yaşamları var. Kalan diğer karakterler de kurgu karakterlerdi. Sonuçta bu hikâye, roman olmak istedi ve roman oldu.

Ortaya koyduğunuz eserde tanıdığınız karakterleri yazmanız bir noktada sorun oluşturdu mu? Örneğin, hikâyenin çok fazla ilerlememesi gibi?

Yok, aslında tanıdığınız karakterleri yazarken çok daha hızlı ilerliyorsunuz. Örneğin, yazmaya başladıktan sonra kalem öyle bir açıldı ki, tanıdığım bildiğim karakterler olduğundan konuya daha çok hakim oldum. Buna rağmen yine de eksikler vardı. Bu romanı yazmaya karar vermeden önce iki yıl benim okuma ve araştırma sürecim oldu. Bu hikâyeyi anlatabilmek için 1919'larda başlayan ve 1924'lere kadar ki süreci bilmek, o dönemin Yanya'sının ve Yunanistan'ının siyasi, mimari, ekonomik ve güncel yaşamı hakkında da benim bilgi sahibi olmam gerekiyordu. Sadece hikâyeyi bilmek yetmiyordu. Bu hikâyeyi yazmak için dönem bilgisine de ihtiyacım vardı. Bir de aynı zamanda Türkiye'de neler olduğuna da bakmak gerekiyordu. Aynı pencereden Türkiye'ye de bakmalıydım. Bunun sonucunda uzun bir okuma ve görsel süreci de içinde barındıran bir araştırma sürecine girdim.

Bu araştırmalarınız esnasında daha iyi bilgi toplamak için Yunanistan'a ya da Yanya'ya gittiniz mi?

Hayır, Yanya'ya gitmeyi de hiç düşünmedim. Çünkü ihtiyacım olan 2000'li yılların Yanya'sı değil ki. Eğer bugünlerin Yanya'sını anlatacak olsaydım o zaman gerçekten gitmem gerekiyordu. Ben Evliya Çelebi'nin Yanya üzerine yazdığı notlara baktım. Aynı zamanda Fazıl Bülent Kocamemi'nin Yanya'nın Gözyaşları eserine de bakma fırsatım oldu. Türkiye'den mübadele üzerine çeşitli sempozyum ve tezleri inceledim. Bunları araştırdıktan sonra o dönemde yazılmış romanlara bir bakmak istedim. Çünkü mübadeleyi araştırdığınızda Türkiye'ye ve Yunanistan'a farklı etkileri olduğunu görüyorsunuz. Şöyle ki Türkiye'den Yunanistan'a giden nüfus Yunanistan'ın yarısı kadar iken oradan buraya gelenler Türkiye nüfusunun dörtte biri kadar idi. Dolayısıyla savaştan yenilgi ile çıkmış bir ülkenin nüfusunda bu kadar büyük bir patlamanın olması orada daha büyük bir travmaya yol açtı. Biz savaştan kazançlı çıktık. Bizim toparlanma sürecimiz Yunanistan'ın toparlanma sürecine göre daha farklı oldu. Yunanistan'dan Türkiye'ye gelen mübadiller oranın köylü kesimi idi. O noktada özellikle yerleşim sırasında ciddi sıkıntılar yaşandı. Türkiye'den Yunanistan'a giden mübadiller ise Osmanlı Dönemi'nin ve Cumhuriyet Dönemi'nin burjuva kesimi ve ticaretle uğraşan kesimi idi. Dolayısıyla Türkiye'den gidenlerin Yunanistan'ın kalkınmasına çok büyük katkıları oldu.

'1940'lara kadar ses soluk yok'

Mübadelenin edebiyata da etkileri oldu. Özellikle Yunanistan'da 1930 edebiyat kuşağının ortaya çıkmasında ciddi etkileri var. Türkiye'de ise 1940'lara kadar ciddi bir şey olmadı. Bu konuda neler söyleyeceksiniz?

Kesinlikle Yunanistan edebiyatını ciddi etkiledi. Yunanistan'da mübadele sonucunda 1930 kuşağı edebiyatı ortaya çıktı. Bu edebiyatçıların yüzde 80'i Anadolu kökenli. Ama Yunan Edebiyatı'nı etkiliyorlar. Türkiye'ye baktığımızda ise 1940'lara kadar ses soluk yok. 1940'larda çeşitli makale ve köşe yazıları çıkıyor. 1960'lara doğru Necati Cumalı ve Sabahattin Ali çıkıyor. 1980'de ise Suyun Öte Yanı ile Feride Çiçekoğlu ana tema olarak mübadele konusunu işliyor. Daha sonra ise Yaşar Kemal ve Kemal Arı gibi yazarlar ana tema olarak mübadele konusunu işlemeye başlıyorlar. Bunun nedenini de Tarih ve Toplum Dergisi'nin çalışmaları olarak açıklayabiliriz.

'Yazan insanlar suya sabuna dokunmalı'

Kitabınızda ayrışmaya, ötekileştirmeye neden olacak kelimeleri kullanmaktan itinayla çekindiğinizi ve kitabınızı 'biz' düşüncesiyle yazdığınızı görüyoruz. Sizce 'insan'ın çeşitli özelliklerinden, farklılıklarından dolayı ötekileştirilmesi ne kadar doğru?

Bu son derece yanlıştır. Hayatım boyunca bunun yanlış olduğunu aktarmak için çalıştım. Bütün sınırlar, diller, ırklar ve dinler silindiği zaman geriye sadece insan ögesi kalır. Ayrıştırmaya neden olacak her şeyi silin. Geriye sadece insan kalıyor. Ben de o insan kalan taraftan baktığımda öteki diye bir şeyin olmadığını gördüm. Biz diğerini ötekileştirdiğimiz takdirde kendi yaşam alanımızı daraltıyoruz. Eğer bunun farkına varabilsek 'aslında kendi yaşam alanımızı daraltıp kendimize zarar verdiğimizi' de anlamış olacağız. Bunu anlamış olduğumuzda da öteki diye bir kavram oluşmayacak. Bunu görmemiz gerekiyor. Ben Ah Mana Mu'dan sonra yazdığım roman olan Elenika'da da bunu yazmaya çalıştım. Bu yüzden yazan insanların biraz suya sabuna da dokunması gerektiğini düşünüyorum. Bence bir şeylere ulaşma şansınız varsa bir şeyleri anlatma derdiniz de olmalı. Hayat biraz da gördüklerimizin dışında biraz da görmediklerimiz. Benim yazarken dert edindiğim şeyler bunlar. Öykülerde biraz daha bireyden topluma gidiyorum.

5 yıllık araştırma

Ah Mana Mu adlı eserinizi yazarken, konuyla ilgili uzun bir zaman araştırma yaptığınızdan söz ettiniz. Bu eserin tamamlanmasının 5 yıl olarak biliyorum. Bu konuda neler söyleyeceksiniz?

Bu romanı yazacağım dediğimde ve kitabı elime aldığım süre arasında beş yıllık bir süre var.  Bir roman yazabilmek için sadece dönem bilgisi yetmiyor. Aynı zamanda teknik anlamda da donanıma sahip olmak gerekiyor. Teknik anlamdaki donanımı kazanmak için çok fazla roman ve yazıyı incelemek gerekiyor. Karakter-mekân ilişkisi nasıl kurulmuş, zaman nasıl akıyor? Her karakterin kendine ait bir zamanı var. Sizin aynı zamanda yaşadığınız bir zaman var. Dolayısıyla mantık hatası yapmadan ve devamlılığı sekteye uğratmadan yazmak zorundasınız. Farklı iki zaman akışı arasındaki bağlantıyı iyi kurmak zorundasınız. Bu yüzden ikinci romanım olan Elenika'yı yazarken daha rahat yazdım. Her kitabımda bir şeyler öğrendim. Hayatı her zaman öğrenmek isteğiyle yaşadım. Her durum da yeni bir şeyler kattı.

Mübadele dönemiyle ilgili yazdığınız bu kitap hakkında okuyucularınızın tepkileri nasıl oldu? Sürekli öğrenmeye açık biri olduğunuz söylediniz. Toplum olarak en önemli sorunumuz da aslında bilmediğini söylemekten korkmak değil mi? Ne olursa olsun hep bildiğini düşünmek ciddi sorunlara yol açmaz mı?

Öncelikle çok duygusal tepkiler aldım. Çünkü bu konuda çok fazla acı yaşandı. Belki hala o acısını içinde taşıyanlar var. Sosyal medyanın kötü yanlarından biri de bu aslında. Herkes herkese bir şekilde ulaşabiliyor ve onunla iletişime geçebiliyor. Başka bir noktadan da güzel bir özellik. Sanırım bu tamamen o anki duruma ve konuyla da alakalı. Sosyal medya aracılığı ile Trabzon'dan bir kadın, büyükannesinin gemide öldüğünü ve denize atıldığını anlattı. Sonrasında da soyadımı sorup, kimlerden olduğumu sordu. Üçüncü kuşaktan akraba olup, olmadığımızı hala düşünüyor. Birbirleri ile akraba olabileceklerini düşünüyorlar. Böyle bir şeyin olması tabi ki mümkün. Çünkü gemiden inen insanların hepsi birbirleri ile evlenmişler. Gemi karaya yanaştığında bir aile olarak yanaşmışlar. Sessiz sedasız, reklamsız kitabım üçüncü baskıya doğru gidiyor. Belli bir dönemi anlattığım için liselerde çocuklara kitabım dönem ödevi olarak veriliyor. Lozan Barış Antlaşması ile mübadeleden bir şey anlamayan çocuklar Ah Mana Mu ile karakterler üzerinden mübadeleyi daha iyi anlıyorlar. Bunlar çok güzel. Evet diğer sorunuza da katılıyorum. Bizim toplumda nedense bazı kavramlar yok. Örneğin, hayır, bilmiyorum demek zor gelir. Bu noktadan Batı oldukça iyi. Çocuklarına ilk öğrettikleri hayır demek. İşte bu sorunlarımızı çözemediğimiz içinde şu anda başka sorunlarla uğraşıyoruz.


Öykü yazarlığı ile başladı

Handan Gökçek 1968 İzmir doğumlu, öykü ve roman yazarı. Yazın hayatına Bahçe, Bir Bilet Gidiş-Dönüş, Kum, Ardıçkuşu, Ünlem, Kül, Varlık, İzmir Kültür Edebiyat gibi dergilerde yayımlanan öyküleriyle başladı. İlk öykü kitabı Düş Hırsızı 2000 yılında yayımlandı. Bunu 2008 yılında yine bir öykü kitabı, Sır Dökümü takip etti. 'Egeli Kadın Yazarlar Platformu' etkinliklerine katılan Gökçek, Platform'un Savur Saçlarını Ege öykü seçkisinde yer aldı. 2010'da 1924 mübadelesini anlattığı ilk romanı Ah Mana Mu çıktı. Roman 2010'da İzmir Saint Joseph ve Saint Michel Fransız Liseleri tarafından düzenlenen, XI. Liselerarası Kitap Haftası ve Okuma Günleri kapsamında yılın en beğenilen kitabı seçildi. Yazar ayrıca Sakarya Valiliği ile ortak yürütülen, çocukların şiddetten uzak yetişmesini hedefleyen 'Hani Her Şey Bir Oyundu' projesi kapsamında da çalışmalar yaptı. 2011 yılında 'Bebek-ler' oyunu, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü etkinlikleri kapsamında, Atölye Karnaval tarafından ilk kez sahnelendi. Handan Gökçek Kadın Yazarlar Derneği üyesi.


Kuşaklar arası farklar

Mübadele konusunda yapılan araştırmalarda 3 kuşağın oluştuğunu görüyoruz. Birinci kuşak daha 'biz' kavramın kullanırken, ikinci kuşakta 'biz ve onlar kavramı' oluşuyor. Üçüncü kuşakta bu makas daha da açılıyor. Bunun nedeni size göre ne olabilir? Bu konuyu nasıl yorumluyorsunuz?

Mübadele konusunun nasıl anlatıldığına bakıldığında sizin de ifade ettiğiniz gibi bir ötekileştirme oluyor. Özellikle ikinci kuşak mübadillerin yapıtlarına bakılınca 'biz ve onlar' diye bahsedildiğini görüyoruz. Üçüncü kuşakta ise 'biz ve öteki' kavramı ile karşılaşıyoruz. Bunları gördükten sonra bende de hangi bakışla anlatacağım konusu önem kazandı. Ancak romanımı 'biz' diye anlatmak istedim. Çünkü benim derdim filler ile değildi. Benim derdim çimenler ile olmalıydı. Çünkü biz ötekiler yüzünden sıkıntı yaşıyoruz. Şu anda Türkiye'nin içinde bulunduğu durumu da biraz buna benzetiyorum. Birilerinin hırsları, birilerinin acıları oluyor. Dünya tarihine baktığımızda bunun böyle olduğunu görmek mümkün. 'Filler tepişir, çimenler ezilir' sözünü bu yüzden ben çok önemsiyorum ve tam da bu nedenden ötürü kitabımda çimenleri yani bizleri anlatmak istedim. Buna da okuyucularımız karar verecek.