Böyle bir köy var mı? Yok elbet! Ama varmış gibi!
Başından anlatayım:
1970'li yıllar; Ankara Bağış Sokak'taki bekar evimizde ev arkadaşım Urfalı Mehmet (Toprak) bir gün muhabbetin bir yerinde, "Bizim oralardaki köylerden birinin adı Paris" diyerek köyü aklıma yazıyor. Yazıyor yazmasına da Fransa'nın başkenti Paris ile sözünü edeceğim köyün yer aldığı il Siirt'e birkaç defa gitmelerime, hatta bir defasında da Siirt öğretmenevinin yer aldığı caddede, kaldırım üstünde fotoğraf sergisi (*) açmama karşın Mehmet'in aklıma yazdığı o köye gitmeyi akıl edemiyorum.
           
Aradan yıllar geçiyor; Güneydoğu terörle anılan acılı bölgemiz oluyor çıkıyor. Bu arada ben yabancı diyarlarda; susuzluğa, topraksızlığa, arkeolojik buluntu yoksulluğuna karşın arkeolojiye, doğaya, yapılaşmaya, insana ne büyük değer verildiğini görüp; bizdeki değer bilmezliğe dizlerimi dövdüğümde domatesimiz, üzümümüz, incirimiz, çeşit çeşit sebzemiz, fındık ve fıstığımız aklıma geliyor ve bu ürünleri yetiştiren çiftçimizin perişanlığı karşısında bir kez daha kahroluyorum, derken "fıstık", çağrışım yapıyor ve fıstık diyarımız, bence fıstığın en lezzetli, damakta en iyi tat bırakan coğrafyası Siirt'i anımsıyorum, Siirt ile birlikte devamında da varmış gibi olan ama aslında olmayan, Mehmet'in yıllar önce adını verdiği, Eruh ilçesine bağlı Paris köyünü.

Bâres'ten Paris

Köyün asıl adı, tahmin edebileceğiniz gibi Kürtçe Bâres'ten geliyor. Bâres, Kürtçe'de "bostan" demekmiş. Bostan olmasının özelliği şu: Köy, su yönüyle varsıl; çeşit çeşit meyve ve sebzenin dışında buraya özgü bir üzümü ve çok güzel fıstığı söz konusu. Bir de Siirt'ten tadını iyi bildiğim zivzik narı.
             
Köyün adı halk tarafından Bâres, Pares diye söyleniyor. Pares diyenlerin ötesinde Paris diyenler çıkıyor. 1960'lı yıllarda resmi adı Üzümlük'e dönüştürülen Siirt merkeze 40, Eruh'a ise 12 km uzaklıktaki 53 hane, yaklaşık 800 nüfuslu köye bir gün Siirtli gazeteci dostumuz Coşkun Aral'ın yolu düştüğünde de, o da iyi niyetli bir girişimde bulunuyor, gidiyor, Paris, diye levha yazdırıp köyün girişine çaktırıyor.
              
Bolluğun bereketin ortasındaki köyün insanları, terörün dışında işsizlik nedeniyle göçünce köy geri bıraktırılmışlığa dayalı yazgısını yaşamayı sürdürüyor.
              
Köyle ilgili ne haberler çıkmış, araştırma yapıyorum: Gazete haberlerinde, içeriği varsıl kılma adına, epey yüksekten atıp tutan görüşler yer almış.
              
Konuyla ilgili haberin bir yerinde, köylülerin 1960'lı yıllara ait pasaport ve diplomalarında, "Paris" yazdığından söz etmiş olmalarıyla ilgili satıra gülüyorum.
              
Köylerinin adının yeniden "Paris" olarak değiştirilmesini isteyen köylüler ise ana caddelerine Şanzelize diyorlarmış. Bu yapaylık da beni güldürüyor.
              
Adı açıklanmayan bazı köylüler daha ileri giderek, Fransa'nın başkentinin adını bu köyden aldığını savlamış, "Bizim Paris'ten neyimiz eksik?" demişler. İşte buna çok çok gülüyorum.
              
Bazı uyanıklar Coşkun Aral'ın yaptırdığı "Paris Cafe" tabelasını gün gelir işe yarar, diye saklamışlar; bu uyanıklığı ciddi buluyorum.
              
Gittiği yaban yerlerde, köyü sorulduğunda resmi ad olan Üzümlük'ü söylemeyip Paris diyenler ise karşılarındakilerin şaşırmalarından mutlu olduklarını ifade etmişler. Bu öykünme de hem güldürüyor hem düşündürüyor beni.
              
Muhabire açıklama yapan bir köylü ise, "Ben doğma büyüme Parisliyim" diyerek şaka mı yapmış, ciddi mi söylemiş, onu anlamaya çalışıyorum.
              
Bir başka Üzümlüklü yurttaşımız ise daha gerçekçi. Resmi adları Paris olmasa da bu efsaneden yola çıkarak köyün turizmle buluşturulması yönündeki dileğini dile getirmiş.

Evet, en gerçekçi istek bu ama altyapı sorunu ne olacak? Konaklama, içme ve kullanım suyu, kanalizasyon, sağlık...
               
Yöreyi avucunun içi gibi bilen dostumla konuşuyorum, "Milyon metrekarelik tarıma elverişli bereketli toprakların kaçta kaçı ekilip dikiliyor. Ekilip dikilmeyen araziler niçin değerlendirilmiyor, bunu da sorgulamak gerekiyor" diyor ve ekliyor:
-Doğru oturalım, doğru konuşalım: Devlet, terörle geri kalmışlığı harmanlayıp yöre insanını tembelliğe alıştırdı. Dolayısıyla üretimden uzaklaşıldı. Herkes her şeyi hazır bekler durumda. Turizmi geçerli kılmak için on fırın değil, kaç fırın ekmek yemek gerektiğini, inan ben bile bilemiyorum!
                 
Başından beri siyasi yapılaşmayı oligarşi kılmışların güzel, bereketli ülkemizi getirdikleri durum işte bu!
Son sözü; Bâres, Pares, Paris ya da Üzümlüklü bir delikanlının duvara yazdığı yazıya bırakıyorum:
-Bizim buralarda her yer Paris!
                *
(*)  Siirt'te sergi açtığımı söylediğim öğretmenevinin bulunduğu caddede, fotoğrafları yerleştirdiğim günden bir gün önceki gece belediye asfaltlama yaptıydı. Ortalık gece boyu ağır zift koktuydu. Ertesi gün Başbakan Tayyip Bey, öğretmenevine geldiği için güvenlik güçleri, caddeye beni akşama değin sokmadıydı. Bu nedenle, ilerideki köşelerden birinde durup uzaktan fotoğraflarıma baktıydım. Tayyip Bey, öğretmenevinde Siirt'in ileri gelenleriyle öğle yemeği yediydi. Protokolde kendine yer bulup da yemeğe gelen silme ağaların koyu siyah şalvarları hep ütülüydü. Sokağın köşesinden bakıp bakıp güldüydüm. Bu yaşanmış hikâyeyi bir ben bilirim, bir de arkadaşım Haluk!