Başucumda zır zır öten telefonun alarmını ertele tuşuna basarak susturdum. Sosyal medyada, 'Sabah uyandığında biraz daha uyumak için her şeyi göze aldığın on saniyelik bir zaman dilimi var, işte o on saniye çok tehlikeli' ifadelerinin yer aldığı bir paylaşım görmüştüm, o on saniyelik tehlikeli zamanı dördüncü alarm ertelemesinin sonunda geçebildim.

Milan Kundera'nın 'Yavaşlık' adlı romanındaki, pazar sabahı pikniğe gitmek için evinden çıkan ailenin aracını takip eden ve onları geçmek için sürekli sinyal veren, selektör yapan ama bir türlü geçemeyen aracın şoför koltuğundaydım sanki.

Bir yere yetişme telaşında geçen günlük hayatın rutini, aylaklığın tatlı keyfini geride bırakmama sebep olmuştu. Kundera'nın kitapta sorduğu, 'Yavaşlığın keyfi neden yitip gitti böyle?' sorusunu defalarca sordum kendime. Milyonlarca insanı içine alıp sürükleyen yaşamak telaşına kapılmış gidiyordum. Cevap çoktu sorulara, ben kaçıyordum.   

Sınava gireceğim binanın bahçesinde telaşlı anneler vardı, heyecanlı babalar. Sınav salonunun kapısında bekleyen polis 'Binaya girmek için son beş dakikanız kaldı' diye seslendi. Kontrol noktasından geçtikten sonra adımlarımı olabildiğince yavaş atmaya başladım, merdiven basamaklarını sayarak çıktım, aylaklığın o tatlı keyfini çıkarmaya çalışıyordum. Her şeyin kurallar çerçevesinde düzenlendiği bir zamanın içinde aylaklık etmenin keyfiydi bu.

Beş dakika sonra sınav salonundaydım, 60 TL'lik sınav kalemlerinin üzerinde büyük harflerle 'Emeğiniz emanetimizdir' yazıyordu. Bu kez -para yetmediğinden olsa gerek- şeker vermedikleri için etiketi çıkartılmış suyumdan bir yudum alıp, hangi marka olabileceği üzerine düşünmeye ve beklemeye başladım.      

Kitapçıktaki ilk soru, 'Sırça köşkte oturan, komşusunun evine taş atmamalı' diyordu. Sonra aylaklığın keyfini çıkara çıkara okuduğum kitaplar çıktı karşıma, 'Haşhaşiler' sorusu Vladimir Bartol'un 'Alamut Kalesi'ne, Amin Maalouf'un Semarkant'ına götürdü, 'Bilge Lider' sorusu ise Aliya İzzetbegoviç'in 'Konuşmalar'ına.

Sınavdan çıktığımda aklımda Ata'nın imzası, Bülent Ecevit ve kitaplar kalmıştı. Bahçedeki ağaçların gölgesinde öğleden sonraki oturumu bekleyen anne ve babalar sınavdan çıkan çocuklarını 'Nasıl geçti oğlum-kızım' sorularıyla başlayan yeni bir sınava tabi tutuyordu.

Köşedeki kafeye doğru yürüyordum ki, gölgesini çiçeklerinin kokusuyla koyulaştıran akasya ağacının altında oturan bir amca ve yanındaki gencin konuşmasına kulak misafiri oldum. Sohbetin epeyce koyulaştığı belliydi. Amca elindeki sınav kaleminin üzerindeki 'Emeğiniz emanetimizdir' yazısını okuduktan sonra, hafiften gülümseyerek gence dönüp, 'Torpilin var mı evlat' dedi. Genç adam 'Yok amca' diye karşılık verdi. Amca, bakışlarını gencin yüzünden alıp yere indirerek, 'Benim oğlana da dedim ama dinlemiyor evlat, torpilin yoksa sınava falan girme' dedi. Amcanın umutsuzluğu, sınava giren öğretmen adaylarının bakışlarından da taşıyordu..

Kafeye geçip bir çay söyledim. Ama bu son olsun. Bu sefer de atanamazsam aylaklığa başlayacağım...