Yılbaşı öncesi, Altay Sosyal Dayanışma Derneği'nin misafir konuşmacısı Hanri Benazus idi. Hanri Benazus, Altay'ın Süper Ligde üst sıraları zorladığı yıllarda başkanlık yapmış, Türkiye'de eşi bulunmayan Atatürk fotoğrafları albümü ile de heyecan ve onurla dinlediğimiz misafirimiz oldu.

Benazus, konuşmasına, 9 Ekim 1937'de, henüz daha 7 yaşında bir çocukken Aydın'ın Ortaklar ilçesinde Atatürk ile karşılaşması ve onun vagonunda kısa süreli olsa da misafirliği ile ilgili anılarını paylaşarak başladı. Türkiye o günlerde zor günler içerisindedir. Savaşlardan yıpranmış olarak çıkmış ülkede, olanaklar bugünle kıyaslanamayacak kadar kısıtlıymış. Çok az sayıda bulunan ilkokullarda, aynı odada okulun tüm sınıfları bir arada ders görmekteymiş. Benazus, ilk çok değerli saptamasını burada yaptı. Bunca geçen zaman içerisinde her şeyin değiştiğini, olanakların çok geliştiğini, öğrenci beklentilerinin çok farklılaştığını ama değişmeyen tek bir şeyin olduğunu belirtti. Ona göre bugün sınıflarımızda değişmeyen tek şey, idealist, öğrencileri için her türlü fedakarlığa hazır öğretmenlerimiz. Bunu söylerken duyduğu heyecan ve inanç bile, bu kararmış günlerde gelecek için umutlarımın artmasını sağladı.

Yoksulluk içinde onurlu bir şekilde üretmeye, gelişmeye çalışan ülkede, ülkenin kurucusu trenle seyahatinde vagonuna halktan kişiler ve çocukları davet edermiş. Hanri Bey de, Atatürk'ün vagonunda misafir edilen şanslı insanlardan biri. İlk tanışma anlarında yüce önder adını sorduğunda 'Hanri' cevabına verdiği değil, vermediği tepki, Benazus'u kendi ifadesiyle Atatürk hayranı ve 'Türk' yapmış. Bugüne kadar birçok insanın aksine, Atatürk ona 'Neden adın Ahmet ya da Mehmet değil' diye sormamış. Bu kabulleniş, bu sahiplenilme Küçük Hanri'yi o kadar etkilemiş ki, 'Ne mutlu Türk'üm diyene' sözünü iliklerine kadar hissetmiş. Bugün Atatürk'ü anlamakta zorlanan dar kalıplılar için muhteşem yaşanmış bir örnek olduğuna inanıyorum.

Hanri Bey'in bu tarihi görüşmede yürekleri ısıtan, yüzleri gülümseten bir anısı da mevcut. Atatürk, vagonun penceresinden halkı selamlarken elinde rakı kadehi ve önünde leblebi kasesi de bulunuyormuş. Yüce önder halkı selamlayıp, onlarla sohbet ederken, küçük Hanri kısa zamanda tüm leblebileri bitirmiş. Görevliler, bunun üzerine ikinci kaseyi getirmişler. Küçük Hanri, ikinci kaseyi ceplerine, üçüncü kaseyi paltosunun içine dökmüş hemen. Yoksulluk, o kadar derinmiş ki, o yıllarda bir tas leblebi bile lüks kabul edilirmiş ve çok az insanın ulaşabildiği bir yiyecekmiş. Hanri evdeki kardeşlerini düşünerek 'Atatürk'ün leblebilerini aşıran çocuk' olarak ünlenmeyi de göze almış.

Ülke yoksulluk içinde, olanaklar yok denilecek kadar az. Ama insanların yürekleri sıcacık. Birbirlerine sevgi ve hoşgörüleri tam. Kimse, kimsenin değişmez kimliklerini sorgulamıyor. Herkesin ortak bir ülküsü var: Çağdaş milletler seviyesine ulaşabilmek. Ülkede adeta bir seferberlik ilan edilmiş. Fabrikalar, demiryolları kuruluyor, inşa ediliyor. O heyecanı şimdi bir an hissetmeye gayret edin. Ve şimdi içinde bulunduğumuz teknoloji zenginliği içindeki çoook zengin olduğuna inandığımız halimizle kıyaslayın. Sizce kim mutlu? Bizi dedelerimizden bu kadar yabancılaştıran nedir? Savaştan yeni çıkmış insanların birbirine hoşgörü ve sevgisini, ne oldu da yitirdik?