16. ve 17. yüzyıllarda yaşanan Bilim Devrimi dünyayı derinden sarsacak sonuçlar doğurmuştu. Bilimsel gözlem ve deney, kilise taassubunun karşısında yeni bir vizyon anlamına geliyordu. Kopernik, Galilei ve Isaac Newton, gözlem ve deney aracılığıyla evrenin oluşumu ile ilgili dönemin değer yargılarını yıkmaya başlamışlardı.   
   
18. yüzyıl Aydınlanma Çağı filozofları, Bilim Devrimi'nin yöntemsel açılımlarını toplum ve yönetim çalışmalarına aktardılar. İnsanları özgürleştirmede ve toplumsal gelişmeyi sağlamada, insan aklının gücünü ön plana aldılar. John Locke, toplumsal sözleşme kuramını ortaya attı. Hükümetlerin bir toplum sözleşmesine dayanarak kurulması gerektiği fikri, hükümdarların egemenliklerinin kaynağını Tanrı ile açıklamalarıyla açıkça çelişiyordu. Montesquieu, papaya hokkabaz diyecek kadar ileri gitmişti. Kontrolsüz gücün toplumun zararına olduğu düşüncesiyle kuvvetler ayrılığı fikrini ileri sürüyordu. Rousseau, insanların özgür doğduğunu ancak sonradan zincire vurulduğunu ifade ediyordu. Zincirlere karşıydı. Diderot; son kral, son papazın bağırsakları ile boğulmadıkça kurtuluşun mümkün olmayacağını ifade edecek kadar eski düzen ile kavgalıydı.
   
Bunları neden mi anlattım? Çünkü Aydınlanma Devrimi'nin ilkeleriyle uzaktan yakından alakası olmayan bir eğitim sistemi Türkiye'de hakim kılınıyor.
Yeni bir düzen kuruluyor. Ancak bu yeni Türkiye, 'en eskinin' düşünce yapısıyla inşa ediliyor.
   
Türkiye 'en eskiye' doğru giderken, Aydınlanmanın Türkiye'deki savunucusu olması beklenen bir devrim partisinin, CHP'nin lideri, Aydınlanma Devrimi'ne ve hatta Bilim Devrimi'ne cepheden karşı çıkanları yani 'en eskiyi' partiye katarak 'yenilenmekle' meşgul.  
 
Yazıklar olsun!