Bir tren kompartımanında altın kaplı iyi markalı saatine bakıp hesaplarını gözden geçiren yaşlıca bir işadamı vardır, bir diğeri ise yırtık bir kot giyen bir gençtir ve bir süre sonra genç adam sorar:

“Bana saati söyleyebilir misiniz ?”

 Yaşlı adam camdan dışarı  bakar ve sonra genç  adama dönerek :

“Hayır” der.

Genç adam size medenice bir soru sordum niçin bana saati söylemiyorsunuz der?
Yaşlı adam ise şöyle devam eder.”

“Sana saati söylersem sohbet etmeye başlarız. Benim hakkımda sorular sormaya başlarsın ve benim çoklu bir restoran zincirinin sahibi olduğumu, güzel ve bekar bir kızım olduğunu öğrenirsin, bizi ziyarete gelirsin, kızıma aşık olursun ve onunla evlenirsin.”

 Genç adam ise “ Ee bunun nesi korkunç? Ben de saygıdeğer genç bir adamım” .der  
“Belki de “ der yaşlı adam “ Ama bir saat alacak kadar parası olmayan birinin damadım olmasını istemem.”.

Aslında bunun gibi anekdotlar bazen gerçeğe oldukça yakın gelir bana ve ben  bu anlatımda işadamının yaklaşımını bir bakıma anlamlı bulduğumu söylemeliyim. Çünkü yaşlandıkça insanların ya daha çılgın ya da daha bilge olduklarını öğrendiğim bir yaşta bunu okumuştum. Hatta lafı uzatma pahasına şu son söylediğime bir ek yapmak istiyorum.

Geçenlerde katıldığım bir nikah töreninde orta yaşlarını oldukça geçmiş ve neredeyse bazılarının torun sahibi olduğu  bazı kadın arkadaşlarıma neden siyah ağırlıklı kıyafetler giydiklerini sordum ve ekledim “Yoksa siz evlilik törenlerinde  bir matem havasında mı giyiniyorsunuz.?”  Onlar da bana siyahın tüm fiziki kusurları örtmek için ideal bir renk olduğunu, ayrıca siyahın hemen her ortamda giymek için ideal bir renk olduğundan söz ettiler. Bunun üzerine ben de sözlerime yukarıda söz ettiğim  şekilde insan yaşlanınca ya bilge olurmus ya da çılgın diye devam ettim ama içlerinden biri bu çıkarıma şöyle bir katkıda bulunma gereğini duydu.
”Çılgınlık dediğimiz şey benim için artık kimsenin ve hiçbir şeyin umrumda   olmadığı bir durumu simgeliyor” Trendeki işadamı ise  hem bilgece bir yorum yapıyor hem de genç adamı kırmaktan veya yanlış anlaşılmaktan çekinmediği için belki de öyle bir yorumda bulunuyor tıpkı o yaşlardaki kadınların hep bir ağızdan siyah renk tüm fazlalıklarımızı örten en ideal renk derken gösterdikleri cesarete benziyor biraz da.

Şimdi bu söylediklerime paralel başka bir şey daha anlatmak istiyorum.
Bir arkadaşım İngiltere’de lisansüstü öğrenimini tamamladıktan sonra uluslararası bir şirketten bir randevu kopartmayı başarmıştı. Giyindi, kuşandı ve heyecan içinde görüşmeye  gitti. Onu görüşmeye çağıran şirketin üst düzeyde oldukça karizmatik bir portre çizen ortayaşlarda bir yöneticisi  görüşmenin başında ona şu soruyu sordu.

“Bu hayatta şu ana kadar neyi ben başardım diyebilirsiniz?"


Evet soru buydu ve ben de o günden beri kendime  sürekli bu tarz bir soru sorar dururum. Bu başarmak kelimesine saati doğru zamanda sormak kadar, saati sorduğunuz kişinin tahminlerinizin ötesinde bilge veya deneyimsiz biri olması da dahildir .Ancak ben bu soruyu bir adım daha ileri götürerek şu noktaya ulaştım:
”Bu hayatta neyi başarmak istedim ?”

Böyle sorular sormamın bana zevkli gelen tarafının altında yatan felsefe ise basittir. Çünkü sorular hayatımızı biçimlendirir cevaplar değil.    

Görüşmede ise böyle bir soru karşısında afallayan kahramanımız ne söyleyeceğini bilemedi. Eğer ne söyleyeceğinizi bilemiyorsanız en güzeli gerçeği söylemektir diye düşünürüm her zaman, bununla birlikte adayımızın o anlarda hayatında kayda değer popüler bazı hobileri olduğu gibi önemsiz bir ayrıntı zihninden geçse de  üstesinden gelebildiğini iddia edebilecek türde şeyler olmadığını biraz da hüzünlü bir şekilde hissettiğini biliyoruz.

“ Çok iyi ingilizce öğrendim”  diyebldi sadece.İngilizcesi gerçekten mükemmeldi.Çok sağlam bir ingilizce geçmişi  olmayan birinin çok mükemmel düzeyde bir dili öğrenebilmesi az şey değildir ama yaşadığı ülkenin dilini konuşabilmenin kişiye nasıl bir ayrıcalık kazandıracağını hesaplayamamıştı.Görüşme ilerledikçe  ancak dostlar arasında yapılabilecek bir teklife benzeyen bir soru ile karşı karşıya kalınca işlerin iyi gittiğini düşündü, ama  aslında bu bir soru bile değildi. Sadece nezaket kuralları içinde sıradan bir teklif görünümünde olması olasılığı olan bir öneriydi.

.Ne içersiniz ?Viski mi şarap mı ?Adayımız ise “Viski ”dedi  “Buzlu olsun lütfen...”

Yıllar sonra hala bunu tartışırız. Çünkü işi  alamamıştı.Acaba o esnada içki yerine iş mi konusalım  demeliydi? ya da ben bu saatlerde  içmem mi demeliydi ?ya da yanlış  bir içki mi tercih etmişti veya  adı sanı duyulmamış  bir kokteyl adını söyleyerek kendisinin de bu konularda deneyimli olduğu imajını vererek meydan okumalı mıydı  ?Burada gözden kaçan o küçük ayrıntı ne olabilirdi? Böyle zamanlarda kişinin kendisini teselli etmesi ile kendini aldatması arasında olağandışı bir fark olduğunu belirtmeliyim ve bu fark tıpkı hayal gücü ile fantezi arasındaki farka çok benzer. Kişiye özgüveni içinde sağlam bir gelecek ve konfor sağlayacak olan o küçük ayrıntıları bulmak ise bazen dergilerde bize sunulan- iki resim arasındaki farkları bulun- tarzı görsel öğelerde olduğu gibidir. Herşey tamamen aynı gözükür ama minik bazı farklar her şeyi değiştirir.
Bazıları sadece kendilerini iyi hissetmek için çalışırlar ve kesinlikle bunu hafife alamayız ama onlar için iyi işler yapmak yeterli olsa da  harika işler başarmak için detaylara odaklanmamız gerekiyor. Gerçekten harika işlerin içinde  ne büyü vardır ne de sihir ve  İlk anda anlaşılamayan ne varsa hepsi  detaylardadır. Bu yüzden  Leonardo Da Vinci’nin  şu sözleri üzerinde  hepimiz bir uzlaşı içinde olabiliriz.
 
“Ayrıntılar  mükemmelliği yaratır ama mükemmellik bir ayrıntı değildir.”