"Öyle bırakmam onu... Haberi yapan bedelini ağır ödeyecek..." Bu sözler 31 Mayıs tarihinde söylenmişti... Can Dündar'ın MİT Tırları hakkındaki haberine en tepe yorum buydu. Öyle bırakılmadı da!...  Türkiye, gazetecilerini yine tutukladı.
Bu söylem sonrasında aradaki sürece  Türkiye iki seçim sığdırdı. 7 Haziran, muhalefeti güçlendiriyor gibiydi; aslında yeni bir kıskaç içine alındıkları, 1 Kasım'da % 49'a dayandırılan "milli irade"den alınan cesaretle yeni bir baskı dalgasına giren  Türkiye ile görünür oldu...

Başka seçenek yok... "ya başkanlık, ya başkanlık" telkinleri çoğaltılırken, "Bir kişinin her dediği olur" anlayışı, hükümet kuruluşundan, yargıya kadar her alanda etkinleştirilerek görünürleştiriliyor. Başkanlık hevesi giderek artıyor ve kıskaç giderek daraltılıyor.
23 Nisan 2006'da 21 yaşındaki İmam Hatipli bıyıkları terlemiş çocuk Meclis başkanlığına oturtulduğunda, o dönemin Meclis Başkanlığı koltuğundaki Bülent Arınç; "Laiklik yeniden tanımlanmalıdır" demişti. Şimdi Başkanlık isteyen, o dönemde AKP genel başkanıydı, hemen ertesinde; "Merak etmeyin, acele etmeyin, sizin söyledikleriniz doğru, katılıyorum; ben de onu yapmak istiyorum. Ama sen acele ediyorsun. Masayı devirme, bekle 15 yıl sonra herkes aynı şeyi isteyecek. Oraya getireceğiz." demişti... Son iki kabinede yer bulan iki kadından biri türbanlı. Özellikle Aileden sorumlu olmak için türban tercih nedeni... 15 yıl beklemeye gerek kalmadı... 10 yıl yetti...

Burada bir sorunun yanıtı önemli!... Bu sözü veren parti başkanı, 15 yıl sonra Türkiye'yi nereye getireceğini, nereden biliyordu?

Şimdi 2023 hesapları yapılıyor!... Tek parti, tek adam, tek tipçi düşünce... Demokrasiden giderek uzaklaştırılıyoruz ve buna "milli irade" böyle istiyor deniliyor. Milli iradeye nasıl ipotek konulduğunun analizini yapabilecek iki güç var. Biri üniversiteler, diğeri basın... İkisi de baskı altında... Seçimler oldu bitti havasında ve muhalefetin görünürlüğü ve duyulurluğunun azaltıldığı ortamlarda yapılıyorken, yeni anayasanın dayatılacağı ve buna da "milli irade" denileceği açık değil mi?...
Türkiye, askeri darbe süreçlerinden yakınırken, o süreçleri arar duruma, Meclis aracılığı ve halkın iradesi (denilerek) üzerinden kurulan vesayet düzeninin kalıcılaştırılması ile getiriliyor. Muhalefetin parantez içinde hareket edebildiği özgür olmayan bir ortamda yapılacak anayasa ile kurulacak sistem kalıcı olamaz. Ancak ne ki, önceki sistem (parlamentarizm) yıkılmış olur. Başkanlık siteminin fiili biçiminin yarattığı tahribata bakınca, yasa ile şekillenecek biçiminden ürkmemek elde mi?

Tarih boyunca insanlık, tek kişinin keyfi yönetimini sınırlandırmak için mücadele edip, bedel ödemişken, günümüzde, özgürlükler yerine tek adam tercihi yapmanın telkin edilişine karşı etkin bir irade ortaya koyamıyor olmak, günümüz insanlığının ayıbı.  
18. yüzyılın başında doğan ve demokrasilerde tehlikenin yönetilenlerden çok yöneticilerden geldiğini savunan Alexis de Tocqueville; "Her şeyi yapabilme gücünü nasıl kendi eşitim birine vermeyi ret ediyorsam, bu gücü bir grup insana da veremem."  diyordu. "Onu, sağladığı yararlardan çok engellediği kötülükler açısından uygun buluyorum." diyerek önemine işaret ettiği basını çoğunluk baskısını önleme yollarından olarak görüyordu. Gelin görün ki; 21. Yüzyıldayız ve  basın, baskı altında tutularak, toplum üzerindeki "baskıyı meşrulaştırma"  işlevini görmek zorunda bırakılıyor. Bunca bilgi, deneyim, akıl, üniversite, bilim insanı, hukukçu,.... siyasetle esir alınabiliyor...

Cumhuriyet Gazetesi, operasyonel sürecin mağdurların biri. Merhum İlhan Selçuk'a yapılanlar fazla uzak değil... Uzun bir süre, "Tehlikenin Farkında mısınız?" sorusunu soran gazetede süreç devam ediyor. Anlaşılıyor ki, bu da bir yere not edilmiş. Taraf olmayanların bertaraf edilişi, hukuk yok edilip, yasa ile keyfiliğin yolu açıldıkça süreceğe benziyor. Korku, göz dağı, baskı, "başkanlık" adı verilmek istenen  yeni rejimin ayak sesleri... Süreç, "muhalefete tahammülsüzlük" üzerine kurulu. Ya da muhalefete ayar vermek, muhalefeti şekillendirmek, etkisizleştirmek, edilgenleştirmek... üzerine kurulu... Buna karşı birleşmesi gerekenler kendi içinde çatırdamaya devam ederken, iktidarın yaptıkları yerine, adeta "cambaza bak" tekniği ile sürekli muhalefet üzerine konuşuluyor/konuşturuluyoruz. Başka deyişle; işlevini göremez hale getirilen muhalefet fren olamayınca, iktidardan daha fazla konuşuluyor...  Ve frensiz iktidar hızlı yol alırken, yol kazalarının sayısı katlanıyor. Adalet duygularımızı zedeleyen olgulara yenileri eklenirken, hukuk hepimiz için, hatta kendisini tek olarak meşrulaştırmak isteyenler için de gerekli diyerek adaletin peşine düşmeliyiz. Yasalara bakarak, adalet var düşüncesine saplanmamalıyız: "Yasa, hukuk demek değildir; hukuk yasa ile yok edilebilir."
Sözün özü: Basın özgür değil, çünkü adalet yok... Çanları durmamacasına çalmamız gerekiyor, malum hikayede(*) olduğu gibi..... Giderek yalnızlaştırılan ülkemizin, yalnızlaşan yurttaşları olmamak için... Haksız tutukluluklara, "yalnız değilsin" demekte yeterince geç kalmadık mı?

***

(*) "Çok eski yıllarda krallıkla yönetilen bir ülkede hukuk ve hâkimler de varmış. Törelere göre, bir yurttaş öldüğünde, kent merkezindeki çan bir kez çalınır, uzun uzun yankılanırmış. Eşraftan birisi ölünce iki kez, devlet adamı ölünce üç kez çalınırmış. Ya kral?.. Kral öldüğünde çan dört kez çalınırmış. Gel zaman, git zaman, kentte bir olay olmuş ve mahkemeye intikal etmiş. Davanın sanığı olarak mahkemeye çıkarılan kişinin masumiyetini tüm yurttaşlar biliyorlarmış. Bir formalite olarak görülen ve beraat beklenen davadan sürpriz bir karar çıkmış ve sanık para cezasına mahkûm olmuş. Hâkim sanığa 'Bir diyeceğin var mı?..' diye sormuş. Sanık 'Hayır' demiş. Mahkeme sona ermiş, beyinlerindeki kaygı ile dinleyiciler dağılmış. Kısa bir süre sonra dev çanın sesi duyulmuş. 'Acaba kim öldü?' Çan bir kez daha çalmış: 'Eşraftan biri öldü.' Kent çan sesi ile bir kez daha inlemiş: 'Devlet adamı öldü, acaba kim?..' Çan bir kez daha çalmış, yeri göğü inleterek... Herkeste bir feryat: 'Eyvah!.. Kralımız öldü!..' Ancak törede görülmemiş şekilde çan, beş, altı kez çalınmış, yer gök inlemiş ve sesler kesilmiş. Herkes bunun ne anlama geldiğini öğrenmek için çan görevlisine koşmuş. Çanı, haksız yere mahkûm edilen adam çalmaktaymış. Sormuşlar: 'Çanı defalarca çalmak ne demek? Kraldan daha büyük birisi mi öldü?' Yanıt şaşırtıcı ve anlamlıdır: Evet, adalet öldü!..' "