Daima bir şeyler olur ve biz bu olan şeylere göre yaparız seçimlerimizi ya da yorumlarız hayatı ve bu yüzden yaşlılar artık heyecan verici hiç bir şey olmuyor ki dediklerinde, gençler her an her şey olabilir diye yaşamayı sürdürürler. Bu aksam ben de bir şey olması için Erik Satie’ nin bir eserini dinlemeye karar verdim, çünkü bu olabilecek en kolay şeydi ve işte böylece gerçekten bir şey oldu diye düşündüğümde , onun bestelerini dinlerken yazı yazmak için kendimi daha motive olmuş bir halde hissettim.
Beni bazen notalar bezen de kelimeler bulunduğum evrenden alıp bir yerlere götürür ve bu akşam bu görev bu bestecinin oldu. Satie 1826-1925 yılları arasında yaşamış annesi İskoç olan Fransız bir besteci .Şu anda çalan ise bestecinin Gymnopedie No:1 piyano için yazılan bir eseri. Kulağa oldukça hoş gelen –yanlış –bana göre hoş gelen romantik bir havası var. Gerçi ben Chopin’ in, Lizst ya da Faure’ nin bestelerini yıllardır dinlerim ama bu akşam için onunla başladım. Piyano eserlerinin beni neden ve nasıl sakinleştirdiği –demek ki sakinleşmek de gerekiyor-tam olarak bilemiyorum, belki doğanın sesleri gibi algıladığım için olsa gerek; bunu söylediğimde ise şimdi Piyanist filmindeki o sahne aklıma geldi. II.Dünya Savaşı sırasında konsantrasyon kamplarında gitmekten bir şekilde kurtulan Yahudi bir piyanist yıkık dökük bir binan içindeki bir odada Nazi subayı ile birliktedir ve subay ona “Orada ne işi olduğunu” sorar, sonra da ona “Beni anlıyor musun?” dediğinde o da “Evet” der, bu kez ona “Burada mı çalışıyorsun?” diye sorduğunda piyanist önce “Hayır” dedikten sonra bu kez söze “Ben” diye devam eder ama sonra artık piyanist olmasının bir anlamı olmadığını düşünerek “ Ben piyanisttim” diye cevap verir.Temiz yüzlü gözüken Nazi subayı ise önce derin bir iç çeker ve sonra ona “Bir şeyler çal” der.O da Chopin’in do diyez minör noktürn’ü çalar. Bu benim en sevdiklerimden biri olduğu için o sahneyi daha da bir anlamlı kılar benim açımdan ve Chopin ‘i ben sadece bu eseri ile değil rahmetli İhsan Doğramacı’nın cenazesinde 53 numaralı Heroic adı ile bilinen polonezini çalınmasını istemesi ile de anımsarım. Gerçekten bazı eserler insana bir şeyler hissettirmesi bazen de düşündürmesi açısından zaman tanır ama madem laf açıldı şöyle tamamlayalım, İrlandalı yazar George Bernard Shaw “ Brahms’ın requiem’i öyle güzel ki insanın ölesi geliyor” dediğinden beri ben de bazı besteler öyle güzeldir ki insanın yazası geliyor diye düşünürüm.
Aslında bir yazıya başlamadan önce “ Bir başlayalım bakalım nereye varacağız?” diye düşündüğümde yazı bitince benim için son zamanlarda şöyle düşünmek adetten olmaya başlamıştı: “İnsan yanlış yola girse bile yine de bir yere varması ne tuhaf.”
Bazen de önce bir başlık aklıma gelir, bir cümle ve sonra bir paragraf yeterli olur ve sonra çoğu zaman hayatımın her bölümü için bir başlık olsa ne enteresan olurdu diye düşündüğüm olur; hatta bazen daha da ileri gidip güne bir fon müziği ile başlasam nasıl olurdu diye merak ederim ,gerçekten o müziğin bende bıraktığı duygulara göre yaşamak ilginç olabilirdi. Faure’den söz etmiştim, nitekim onun Elegy tarzında hüzünlü bir bestesi vardır ve insanın zihninde sürekli böyle bir şey duysa melankoliye düşmemesi kaçınılmaz olurdu ama melankoli üzüntülü olma halinden zevk alma diye tanımlanırsa işte bu alışkanlık sizi daha yaratıcı hale getirebiliyor da ama öte yandan bazı çaresiz insanların melankoliden özel bir keyif aldığını ve bazılarının da gerek bazı programlar ya da şarkılarla yoksulların bu alışkanlıklarından yararlandığını hatta bu alanda bir melankoli edebiyatı yaratıldığını bile söylemek sanırım abartılı olmaz.Zaten gerek sanal ortamda gerekse görsel anlamda edebiyat bir çeşit ağlama duvarına dönüşmüş.
Şimdi sıra Alessandro Marcello’nun Re minör Obua konçertosıunu adlı besteyi dinlemeye geldi. Ben obua denen müzik aletini çok severim tıpkı piyano gibi o ses bende başka bir ruh haliğni tetikliyor ama daha ilginç olanı ise benim Barok müziğe karşı olan özel merakımda yatıyor. Nedendir bilinmez bu müzik tarzı ile bulunduğum coğrafya arasındaki olağanüstü kültür farkından dolayı bu yaşamımda yanlışlıkla buraya düştüğümü düşündüğüm oluyor hatta bir zamanlar başka bir evrendeyken herhalde pek iyi şeyler yapmamış olmalıyım ki evrenin melekleri beni biraz burnumun sürtülmesi için bu taraflara sürgün etmiş diye düşündüğüm bile oluyor. Ama yine de şimdi buraya kadar iyi geldik diye düşünürken genellikle şöyle diyorum: “Bu iyiye işaret” yani benim böyle bestelerle sakinleşebilme şansım var. Nedir bu sakinleşme konusu derseniz filozof babam Sakirus’un bu yaşam denilen süreçte evrensel bir mantık hatası var dediğinden beri böyledir bu. Yani cevap bulamadığım her durumda böyle oluyor; kısaca buradaki iddia şuydu: Benim günlük yaşama ve ortalama insanlara yönelik olarak sürekli atak ve gergin bir tonda değerlendirmeler yaptığım üzerine gelen eleştirilerin varlığı rahatsız ediciydi. Ben de buna karşılık mizaha yönelme gereğini duymuştum, yani mümkünse sıklıkla gülmeye çalıştım ama sonra yaşamda gülecek ne çok şeyin olduğunun farkına vardım, daha sonra ise korkunç gerçekle yüzleştim, yani hayatın tamamen bir komedi olduğu gerçeği ile.. Bunu yıllar önce Charlie Chaplin’in “Nihayetinde her şey bir komediden ibaret” sözünü okuduğumda ben de aslında o esnada onunla aynı kanıdaydım ama bir farkla: O zamanlar onun gibi bir komedyenin böyle bir şey söylemesinin normal olduğunu sanma yanılgısıydı bu. Şimdi ise bu yanılgıya da gülerek sakinleştiriyorum kendimi.
Bazen bir yazı zihnimde kurgulanmadan önce kendimle sohbet ederim ama bu öyle bildik türden bir sohbet değildir, genellikle önce bir monolog olarak başlar sonra bu diyaloğa dönüşür. Peki kimle olur bu derseniz bir başka akil adamla, yani o yazarın söylediği her şeye bir kulp takan başka biri ile ve sonunda diyalog bir uzlaşmaya dönüşür.
Aslında farklı kategorideki iki insan bir diyaloga girince ,herkes hamlesini yapar ama bu yazı yazma oyununda ne bir plan vardır ne de herhangi bir kurgulama..Böyle olunca önce sadece duyguların ağırlığı hissedilir ama sonra haklı olabilme telaşı başlar,.Gerçekten iyi niyetli saptamalar alışılmışın dışında bir rota izlenmesine neden olur ve bir süre sonra kelimeler gerçek niyetlerin üstünü bir kar tabakası gibi örter.Artik orada renkler yoktur, her şey siyah ve beyazdan ibarettir. Sanki bir sahnede savaşan iki şövalye gibi oluruz ; herkes haklı olmaya çalışır, ancak son hamlelerimiz kişiliğimizin yansımalarının ip uçlarını verir ama dürtülerimizin bize ışık tuttuğu kadar ya da sansürün etkisi ne kadar güçlüyse o kadar. Ama sevindirici olan bir yanı var bu diyalogların. Farklı anlayışa sahip iki meraklı insanin özgür ruhlarının istediği tonda birbirlerine meydan okumaları ile sonuçlanan bu süreçte örneğin bazen bir başka barok besteci Tomasso Albinoni’ nin bu kez sol minör adagio’su ile huzur bulan şövalye ruhlarımız yaşamdaki ritmi bulmak hayali ile görüş birliğine varabilmişlerdir ama bu durumu okuyucuların da zevk alabileceği çok görkemli bir final sahnesine taşımış olduklarından hala emin olamayız.
Genellikle bu yazılar gecenin kör karanlığında yazılır ve şu anda olduğu gibi romantik bir başka favorim olan beste ile yani Rachmaninov’un Paganini teması üzerine çeşitlemeleri ile sona erer.Böylece ben, o ve okuyucular birbirimize iyi geceler dileyerek döneriz yine kendi dünyalarımıza biraz buruk ama yine de umut içinde..