“Bizans’ı bekleyen son, 28 mayıs pazartesi günü şehrin üzerine bütün ağırlığı ile çökmüştü. Gerek halk gerekse askerler kendi aralarındaki sürtüşmeleri bir yana itmiş bekliyorlardı. Bir yandan yıkılan surlar onarılırken öte yanda şehirde büyük bir tören düzenlenmişti. Türk ordugahının içinde bulunduğu sessizliğin aksine şehir, kilise çanlarının sesleriyle inliyor, halk omuzlarında taşıdıkları ikonalarla sokaklarda ve surlar boyunca ağır ağır yürüyordu. Duvarların en çok zarar görmüş bölümleri ve tehlike ihtimalinin en çok olduğu yerler kutsanıyordu. Bizanslılar ve İtalyanlar, Ortadoks ve Katolik, hep bir ağızdan ilahiler okuyarak Tanrı’ya yalvarıyorlardı. Bu alaya İmparator da katılmıştı.

Karanlık çöktükten sonra halk, Ayasofya Kilisesi’ne doğru ilerledi. Surların üzerindeki nöbetçilerden başka bu şefaat duasına katılmayan hemen hiçbir Bizanslı kalmamıştı. Aslında kiliselerinin Vatikan’la birleşmesi konusu nedeniyle son beş aydır hiçbir Bizanslı Ortodoks Ayasofya’nın eşiğinden içeri adım atmamıştı.Ancak bu gece sürtüşmeler ve kırgınlıklar bir yana bırakılmıştı. Kardinalin hemen yanında  kendisini hiçbir zaman tanımak istemeyen piskoposlar yer almışlardı. Halk akın akın gelerek papazlara ister Katolik olsun ister Ortodoks günah çıkarttırıyordu. Orada Bizanslılarla birlikte İtalyanlar ve Katalanlar da vardı, İsa’yı ve havarilerini, Bizans imparatorlarını ve imparatoriçelerini temsil eden altın mozaikler yanan binlerce mumun ışığı altında çevreye titrek parıltılar saçıyordu. Ve papazlar gösterişli giysileri içinde son kez  geçiyorlardı.O an Konstantinopolis Kilisesinde tam bir bütünlük vardı.


Bu sahne bu şekilde akıp giderken İmparator Konstantin de akşamın geç saatlerinde Ayasofya Kilisesine gelmişti. Tanrıya dua ettikten sonra kentin karanlık sokaklarından geçerek sarayına geri dönmüştü. 28 Mayıs pazartesi günü ise hava açıktı ve akşam güneşle birlikte Türk tarafında bir hareketlilik gözleniyordu. Türkler açılan hendekleri dolduruyor, topları ve diğer savaş malzemeleri ile mevzilerine yerleşiyorlardı. Şimdi güneş tamamen batmış ve hava bulutlanmaya başlamıştı; öyle ki bir ara sağanak bir yağmur yağmıştı ama Türkler hazırlıklarına hiç ara vermemişlerdi. Sultan Mehmet gece saat bir buçuk sıralarında saldırı emrini verince Türk ordusu savaş naraları atarak surlara doğru saldırıya geçtiler. Askerleri coşturmak için davullar, zurnalar ve borular hiç durmadan çalıyordu. Bizanslılar ise büyük bir sessizlik içinde beklerken birden burçların üzerindeki nöbetçiler alarm işareti verdi ve sonrasında şehirdeki tüm kiliseler çanlarını çalmaya başladılar. Kısa bir süre içinde tüm şehir çan sesleri ile inliyordu.”
“Beş kilometre ötede Ayasofya Kilisesinde dua edenler ise saldırının başladığını anlamışlardı. Eski bir inanışa göre düşman buraya girince karşısında Tanrı’nın meleğini bulacak o da kılıcını çekerek kafirleri cehenneme kadar kovalayacaktı. Böylece sadece Ayasofya Kilisesinde değil diğer kiliselerdeki halk şafak sökene kadar dua edip beklediler”. Ama Osmanlı sultanı  Mehmet geldiğinde Tanrı’nın meleğini değil, karşısında diz çökmüş bir kalabalık buldu.

Türklerin İstanbul’un Fethi  ama Batılıların  İstanbul’un Düşüşü olarak andıkları o çok özel günü  Steven Runciman  “Konstantinopolis Düştü” adlı eserinde yukarıda  aktardığım sözlerle anlatıyor.
Amerikalı sanat tarihçisi Biserra Pentchieva ve ses mühendisi Jonathan Abel ise çılgınca  bir işe soyunarak  geçen yılın şubat ayında  “Bizans döneminde Ayasofya'da söylenen bir ilahi nası l duyuluyordu?" sorusunun peşine düşmüştü.

“Kaliforniya’da bulunan Stanford Üniversitesi’nden akademisyenlerin projesi sonucunda Ayasofya’nın akustiğini dijital olarak kopyalandı ve dinleyicileri 1500 yıl öncesine götüren bir konser, üniversitenin konser salonunda gerçekleşti.  Smithsonian Dergisi’nin haberine göre dinleyicilere Orta Çağ’da kilise olduğu dönemde Ayasofya’da olmak deneyimini yaşatmak isteyen bilim insanları, Bizans dönemi müziğindeki uzmanlıklarıyla dikkat çeken Oregon’lu Capella Romana adlı oda müziği korosuyla işbirliğine  gittiler .Orta Çağ’daki Ayasofya akustiğinin yakalanması için 2011 yılında Ayasofya’ya gelen uzmanlar, balonlarla yaptıkları çalışmada yapının akustiğini kaydettiler. Bu kayıtlar aracılığıyla Ayasofya’nın sanal bir akustik modeli bilgisayar teknolojisi çıkarıldı. Capella Romana korosunun vokalleri önce kayıt edildi. Ardından konser sırasında da canlı olarak koro tarafından seslendirildi. Koronun bu konserler için seslendirdiği Hıristiyan müziğinin yüzyıllardır seslendirilmediği detayı da dikkat çekiyordu. Modern bir konser salonunda 2 saniye olarak ölçülen yankılanma süresi burada 11 saniye olarak ölçülmüştü ve böylece burada 3 dizelik bir ilahi için bile 3 dakika gerekiyordu ve müzik sanki insanın içinde yankılanıyor hissi veriyordu” Peki bu bilgiler neden önemli?


“Ayasofya’nın benzersiz akustiğinde yankı süresinin 10 saniyeden fazla olması detayına dikkat çeken Icons of Sound projesinde çalışan bilim insanları, Ayasofya’nın akustiğiyle ilgili şunu vurguluyorlar:  Ayasofya, dilin anlaşılabilir olmasıyla ilgili çağdaş beklentileri altüst ediyor. Bizler, kelimeleri ve söylenen sözleri kuru, yankısız ortamlarda net olarak duymaya alıştık. Bunun tersine Ayasofya’nın ıslak akustiği, mesajın anlaşılabilirliğini bulanıklaştırıyor. Kelimeleri denizin altından gelen sızıntılara dönüştürüyor.”

Bunu dinlemeyi cok isterdim. Sanki Ayasofya'da Bizans dönemindeymiş gibi 1453 mayıs ayında kent düşmeden önce top sesleri Bizans 'ın duvarlarını döverken ve uzaklarda Osmanlı çadırlarında yankılanan naraları duyarak ve gece olduğunda yanan meşaleler eşliğinde kentin düşmemesi için buraya gelen halkın söylediği ilahiler son derece fantastik ve büyüleyici bir tabloyu canlandırıyor zihnimde ve bu ilahiler eşliğinde o anlara yeniden tanık olabilmeyi hayal ediyorum.
Ben de bu amaçla 1450’ li yıllarda hangi bestecilerin eserleri dinleniyormuş diye merak ettim ve bu amaçla yaptığım araştırmada Romen Diyojen'in katkıları sayesinde ilk bestelerle birlikte  teksesli müzikten çoksesli müziğe geçiş yapılan bir  dönem olarak  bilinen ve 1450 ve 1600 yılları arasındaki klasik döneme bir göz attım ve bu yıllarda yani müziğin kilise çevresinde geliştiği  o yıllara damgasını vuran Rönesans çağında bilinen bestecilerden Guillaume Dufay, Johannes Ockegh gibi isimlere rastladım. Örneğin  bunlardan Guillaume Dufay’ın Missa Caput adlı eserini dinlerseniz sizi  1453 yılı ve daha öncesinde Ayasofya’da yapılan ayinlerin havasını solumanızı sağlayabileceğini sanıyorum.

Bu noktada söylemek istediğim bir başka şey ise belki de hayatımızda eksik olan şey; yaşamımız akıp giderken duyamadığımız arka plandaki müziktir, eğer  onu duyabilseydik, yaşadığımız olaylara daha doğru ve ideal  tepkiler verebilirdik. Gerçekten bugün sinema tarihinde bazı tarihi filmlerin arka planında en az filmin senaryosu ya da oyuncuları kadar popüler olan filmin müziğinin bir an için olmadığını ve tüm o trajik olayların sessizlik içinde aktığını hayal edebilirseniz ne demek istediğim daha iyi anlaşılacaktır. O anların etkisini belki de istediğimiz düzeyde anlaşılabilir yapan işte o müzikal seslerdir. Gerçekten ben de bunu her zaman merak etmişimdir ve geçmişte bir zamanda hayatımda hangi bestenin ideal bir arka plan müziği olabileceği konusu üzerinde düşünmüştüm. Ancak bunun tek bir beste ile anlatılamayacağı kararına varmıştım ve eğer mümkün olabilseydi eğer; yaşamımın eski bir zaman diliminde belirli anlara en uygun olabilecek ve beni hem pişmanlıklardan arındıracak hem de yaşamdaki en güzel anları daha da derin bir şekilde  hissedebilmemi sağlayacak olan bestelerin, o esnada zihnimde bir yerde çalıyor olmasını isterdim. Eğer öyle olsaydı, beni her zaman yoran  zamanı aklımdan çıkarmak ve böylece  zamanı olmayan bir ana odaklanmak daha kolay olabilirdi.