İnsanın yaşamı sadece bir gün içinde olan biten bir şeyle tamamen değişir, ister mutluluk dolu olsun isterse trajedilerle örülmüş olsun tüm öykülerin başlangıç noktası sadece tek bir günde gerçekleşir .Hiçbir zaman unutulmayacak olan o tek bir günde. Belki de bu yüzden önemlidir bazı tarihler. Doğum veya ölüm tarihleri, sevgilinizle ilk kez karşılaştığınız gün ve ayrıldığınız gün ya da herhangi bir kazanın olduğu bir gün, mezun olduğunuz gün, evlendiğiniz gün, çocuklarınızın doğduğu gün ve her şey yolunda giderken iyi veya kötü herhangi bir tesadüfün her şeyi tamamen değiştirdiği o gün. Öyle olur; çünkü o şeyin gerçekleşmesi için her şey hazırdır ve bir yangının ya da patlamanın küçük bir kıvılcımdan doğmasına benzer bir şekilde o gün olan şeye biz genellikle “neden bugün?” demeyiz bile, ama daha derin düşündüğümüzde ve anlamlı bir cevap bulamadığımızda belki “doğru zaman buymuş” der geçeriz. Oysa doğru zaman diye bir şey var mıdır ? Hayatımız bunu öğrenme çabalarının bir özeti gibidir, ancak kesin olan şu ki; doğru veya yanlış zaman kavramı , tıpkı zihnimizde bir olaya veya nesneye verdiğimiz değerle ilişkilidir ve sadece insanlar için ve sadece yeryüzünde algıladığımız yaşam dilimi içinde belirli koşullar altında geçerlidir. Hayatımızın büyük bir bölümü de bir şeylerin öyle olduğunu veya olmadığını “bilerek” değil “sanmakla ” geçer.
17 Aralık 2010 günü de bir çok kişi için herhangi bir gündü ve birçok ülkedeki kentlerde olağandışı bir şey olmaksızın geçen herhangi bir gün insanların yaşamlarından eksilirken o gün Tunus’ta Muhammed Buazizi’ nin hayatını ve ülkenin kaderini tamamen değiştirecek bir şey olacaktı. Herkesin olağan sandığı bir gün ama yaşamın felsefesi açısından doğru bir zaman. Üniversite mezunu olmasına rağmen iş bulamadığı için edindiği bir sebze tezgahı elinden alınınca bunu protesto amacıyla kendini yakarak hayatına son verecek ve böylece ülkede siyasi toplumsal bir ayaklanma başlayacaktı. Sonrasında aralarında diplomalı işsizlerin ve sendika üyelerinin de bulunduğu birçok kesim tarafından işsizlik ve sosyal adaletsizliği protesto gösterileri düzenlenecekti. Kamuoyunda 'Arap Baharı' olarak bilinen olaylar kısa sürede Mısır, Libya, Suriye, Yemen gibi birçok ülkede halk ayaklanmalarına neden olacaktı. Tunus'ta ise halk ayaklanmaları sonrasında ülkede 1987'den 2011'e kadar Tunus Cumhurbaşkanlığı yapan Zeynel Abidin Bin Ali'nin 23 yıllık iktidarının düşmesi ve 14 Ocak 2011 günü ülkeyi terk etmek zorunda kalmasının ardından Bin Ali Suudi Arabistan'a sığınacaktı.
Peki bu duruma nasıl gelinmişti? Kısaca özetleyelim. Tunus’ta askeri darbe sonrası ülkede yönetimi ele geçiren Zeynel Abidin Bin Ali muhalifleri hapsederek medya üzerinde çok sıkı sansür uyguluyor ve iş bununla da kalmıyor, kendisi ve ailesi hakkında sürekli yolsuzluk iddiaları gündeme geliyordu. Bin Ali döneminde sivil polis sokaklarda herkesi gizlice takibe alırken Fransız gazeteleri bile “sakıncalı” sayfaları koparıldıktan sonra dağıtılıyordu. Medya ise sürekli Cumhurbaşkanı Bin Ali ve ailesini övmekle meşguldü. Bu esnada Bin Ali yönetimi sosyo-ekonomik alandaki başarısızlıkları, insan hakları ihlalleri, dini özgürlüklerin engellenmesi, siyasi muhaliflere uygulanan baskı ve basın özgürlüğünün kısıtlanması nedeniyle tüm dünyadan insan hakları kuruluşlarınca ağır şekilde eleştiriliyordu.
Bu koşullar altında Zaynel Abidin Bin Ali 2014’te yapılacak seçimlerde yeniden aday olacağını açıklayınca halkın sabrı tükenmiş ve gösteriler daha da artarak kısa sürede polisle çatışmaya dönüşmüştü. Bin Ali ise haftalardır süren olaylar karşısında bu kez geri adım atarak yapılacak seçimlerde aday olmayacağını açıklamış ama bu kararı protestocular tarafından yeterli bulunmamıştı. Bunun üzerine İçişleri Bakanlığı binasını saran binlerce eylemci, Bin Ali'nin istifasını istemiş, Bin Ali de olayların bu noktaya gelmesi üzerine hükümeti feshederek 6 ay içinde erken seçime gidileceğini açıklamış daha sonra da olağanüstü hal ve sokağa çıkma yasağı ilan ederek durumu yatıştırmak istemişti. Ancak bir tiranın kaderinin bir işsiz gencin yaşamak için edindiği bir sebze tezgahının elinden alınmasına bağlı olduğunu kim tahmin edebilirdi ki ?
Herşey bu kadar basit midir? Evet öyledir aslında bu “basitlik” kavramı Leonardo Da Vinci’nin söylediği şu sözde tam da anlatmak istediğimiz şekilde dile getirilmiştir. ”Basitlik gelişmişliğin ulaşabileceği en son noktadır “ demişti, tıpkı vücudumuz ve beynimiz yapısal anlamda ne kadar karmaşık ve gelişmiş düzeyde olursa olsun çok basit bir şekilde yok olabileceği gerçeğinde olduğu gibi bu yok oluş süreci de ulaşılacak en son noktadır.. Burada “basitlik” yok olmaktır ama her şeyi bu kadar basitleştirmeyecek bir başka gerçek vardır ki o da, ne kadar güçlü ve zengin olursanız olun gidecek bir yerinizin olmamasıdır.
Dostoyevski’nin Suç ve Ceza adlı eserinde şöyle bir paragraf geçer. “ Sefalet, fakirlikten daha beterdir efendim. Bir insanın artık gidecek bir yeri olmaması ne demektir bilir misiniz?
Çünkü, muhterem efendim, her insanın dara düştüğünde çalacağı bir kapı bulunmalıdır öyle değil mi? Eğer, çalacağınız bir kapı yok ise; sefalete düşmüşsünüz demektir..." Herhangi biri için geçerli olan şey bir diktatör için de geçerlidir ve bu yüzden ülkesini terk etmek zorunda olan bir diktatörün gidecek bir yeri olmaması da sefaletin en son noktasıdır diyebiliriz ama böyle durumlarda genellikle uluslararası siyasetin gerektirdiği çıkarlar doğrultusunda bu kişiler dışarıya zaten çok yüklü miktarlarda serveti kaçırdıkları için çalacak kapıların olduğunu varsayabiliriz .Ama kaçmak konusu biraz daha farklıdır. Nitekim şöyle de bir deyiş vardır : “Kaçmak önemli değildir, önemli olan doğru tarafa kaçmaktır “ Peki bir tiran için doğru taraf neresi olabilir ? Cevap kolaydır. Herhangi biri için yanlış olan taraftır ya da başka bir deyimle, parasızken akrabalarınız ve arkadaşlarınızın bile yolunu değiştirdiği taraf değildir. Çünkü Tunus diktatörünün ülkesinden kaçarken beraberinde 1,5 ton altının da ülke dışına kaçırıldığı söyleniyordu; eğer bu doğruysa kaçılacak doğru tarafın, dünyanın herhangi bir noktasında olabileceği kolaylıkla söylenebilir.
Şimdi bu tiranın kaçış öyküsünde başka bir ilginç noktaya değinelim. İngiliz Daily Telegraph gazetesi, muhalif gösteriler sonucu devrilen eski Tunus Cumhurbaşkanı Zeynel Abidin Bin Ali'nin, Suudi Arabistan'a gitmeden önce, Tunus'taki son anlarında yaşananları yazmıştı. İsmini açıklamayan bir hava kuvvetleri yetkilisinin tanıklığına dayandırılan habere göre, Bin Ali uçağa binmek istemeyince, eşi Leyla "Bin şu uçağa geri zekalı!.Tüm hayatım senin ahmaklıklarına katlanmakla geçti!" diye bağırmış ve bu sözler kayıtlara geçmişti. Bin Ali ise "Hayır, ben kalıp ülkem için ölmek istiyorum" deyince, bu kez Emniyet Müdürü Ali Şeriati, "Allah aşkına bin" diyerek Zeynel Abidin Bin Ali'yi merdivenlerden yukarı iterek onun uçağa binmesini sağlamıştı. Ama ülkesinden ayrılmak istemeyen ve “Ülkem için ölmek istiyorum” diyen Bin Ali’ye karısının son anda “Bin şu uçağa geri zekalı “demesini, bir karı koca arasında anlamakta zorlanacağımız bir ilişkiyi ifade eden bir cümle olarak önemsiyorum. Eğer iktidardan düşmüş bir devlet başkanı bile olsanız böyle anlarda ya da zor anlarda en yakınızdaki kişinin bile baklayı ağzından çıkarabildiğini herkes bilir.
Dostoyevski Suç ve Ceza adlı eserinde “ karı koca ya da iki sevgili arasında geçen olaylar üzerine asla kesin konuşmayın. Bu işlerde yalnızca ikisinin bildiği, dünyada başka hiç kimsenin bilmediği, haberinin olmadığı gizli bir nokta her zaman vardır.” der ve işte bu nedenle bir tiranın karısının son anda söylediği bu sözlerle bir devlet başkanının karısının hayatını neden bir kocanın ahmaklıkları ile geçirdiğini anlamamıza bir parça yardımcı olsa da yine de kadınların güçlü ve otoriteyi elinde bulunduran erkeklere karşı tutkularının daha güçlü olabileceği gerçeği ile bir sonuca varabiliriz. Nitekim bu olaylardan daha sonraki zamanlarda Tunus’ta devrik lider Zeynel Abidin bin Ali ile eşi Leyla’ya ilişkin yolsuzluk iddialarının paralelinde sürdürülen araştırma sonucunda televizyonlarda yayınlanan video görüntülerinde Bin Ali’nin terk ettiği başkanlık sarayının gizli bölmelerinde saklanmış halde elmas mücevherler, karton kutular içerisinde istiflenmiş deste deste paralar görülüyor hatta bazı destelerin üzerinde “Tunus Merkez Bankası” ibaresi yer alıyordu.
Böyle büyük bir güç ve servete sahip devrik bir diktatörün karısının hayatını neden onun ahmaklıkları ile geçirdiği konusu üzerinde durmuşken, kişisel görüşüm bunun farkında olan bir kadının iktidar tutkusunun belki de erkeklerden bile daha fazla olabileceği yönündedir. Bazen aşkın gizemi ölümünden gizeminden bile büyük olsa da, iktidar ve güç tutkusu çoğu zaman aşkla bezenmiş bir halde çıkabilir karşımıza. Belki aşkın varlığı kişiye böyle bir iktidar duygusu yaşatıyor olabilir ama tam bu noktada söylememiz gereken şey şu olmalı: Bir hedefe ulaşamamak bir trajedi ise de, ulaşmak da çoğu zaman yaşamın ironik bir trajedisidir.