Geçen pazar günü köşe yazımda ruhsal sıkıntıların, gerilimlerin, içe atılan bazı sıkıntıların 'keskin sirke küpüne zarar' misali fiziksel sıkıntılara dönüşebildiğinden bahsetmiştim. Türkiye'de dünya ortalamalarından çok daha yüksek doktor başvuru sayısı sebeplerinin içinde duygusal ve ruhsal sebepler olduğunu da saptamıştık.

Ayda yüzlerce psikiyatrik yakınmaları olan kişi dinleyen bir uzman olarak, çok farklı kişiliklere sahip, çok farklı dertleri; yükleri taşıyan, farklı rahatsızlıklara sahip kişilerle karşılaşıyorum. İnsanların iletişim becerilerinin ve kişilik özelliklerinin rahatsızlıkların oluşmasında ve çözülmesinde etkisini gözlemliyorum. Çok büyük sarsıntılar yaşamış; göğüsleyebilmenin çok zor olduğu hayat öyküleri olan insanlar, biyolojik olarak hastalıklara eğilimleri nedeniyle göreceli olarak şanssız insanlar. Bu kişilerin bir kısmı hastanedeki odama girdiklerinde sevgiyi, saygıyı, sıcaklığı hissedebiliyorsunuz. Sorunlara çözüm bulmadaki samimiyetleri, yaşadıklarına karşı soğukkanlı olmayı kaybetmeyen tutumları, çok zaman uzun vadede kalıcı iyileşmeleri kolaylaştırıyor.

Bir de bu sıcak kişilere zıt bir grup var. Kapıyı açtığınızda 'Günaydın, hoş geldiniz' sözünüze karşılık vermeyen, sizinle göz kontağı kurmadan elindeki sıra fişimi masanıza bırakanlar. Birçoğunun ortak söylemi ilginç şekilde, onlara hayatın hep haksızlık yaptığı ve kimsenin onlara sıcak, sevecen davranmadığı yönündedir. Çevresindeki bu küçücük yakınlık çabalarını görememeleri bu kişilerin çok zaman sıkıntılarının bir kısır döngüye dönüşmesine sebep oluyor. Bazen bir hayatı bu mutsuzluk sarmalı ile geçirmek zorunda kalıyorlar.

3 hafta önce yapılan Altay Sosyal Dayanışma Derneği Genel Kurulu'nda, seçim divan başkanı Sayın Namık Kemal Marmara beni güler yüzlü ve pozitif enerjili bir insan diye takdim ettiğinde büyük mutluluk duydum. Sonrasında bu değerlendirmesini günlerce düşündüm. Bunda mutlaka ailemin kattıklarının payı var ama ergenlik dönemimde yaptığım bir gözlemin hayatımdaki 'Aybars'ı oluşturmada çok etkili olduğunu söyleyebilirim.

Çeşmealtı'da ailemle her yaz gittiğimiz dostlarımıza ait bir otel vardı. Bu otelin düzenli misafirlerinden biri de eşi Alman olan bir Türk'tü. Yaşça benden çok küçük oğullarının ismi 'Arkan' idi. Her ne kadar ismini bir Türk kahramandan almış olsa da Arkan tek kelime Türkçe konuşamıyordu. Ben ergenlik dönemi buhranında, kendimi ve insanları anlamaya gayret ederken, insanlarla iletişim kurmada binbir zorluk yaşıyordum. Arkan ise tek kelime Türkçe bilmediği halde herkesin sevgilisi, herkesin sürekli iletişimde olmaya gayret ettiği bir çocuktu. Gerçekten ben, ailem dahil herkesin çok sevdiği biriydi. Bunu nasıl başardığını anlamak belki de benim de ben olmamda katkı sağladı.

Arkan, tek kelime Türkçe bilmese de her iletişimde gözleriyle gülüyordu. Siz farklı bir masada otursanız bile, sizinle göz göze geldiğinde mutlaka gülümsüyordu. Bu davranış, onu herkesle sıcaklık kurmasını sağlıyordu. Bu gözlemimi, kendi hayatıma geçirdiğimde insanların bana çok daha gülümsediğini ve yakınlık kurduğunu fark ettim. Ders anlatılırken, bir öğrenci arkadaşımla göz göze geldiğimde gülümsedim, bir otel kahvaltısında tanımadığım bir masayla göz göze geldiğimde gülümsedim. Bazen yabancı dilde konuşan insanlara gülümsedim, bazen gürültüden duyamadığım dostlarıma. İletişime her zaman gülümseyerek başlamaya özen gösterdim. Ne kadar başarılı olduğumu elbette dostlarım takdir edecek ama Namık Beyin değerlendirmesi, ergenlikte koyduğum hedefte başarılı olduğumu hissettirdi.
Bu satırları okuyan dostlarımın birçoğunun bu gizli sırrı hayata uyguladıklarına inanmakla birlikte, onların da kendi dostlarıyla bu basit öneriyi paylaşmalarını öneriyorum. Sadece 'Gülümseyin'.