Bizi barındıran ve çevreleyen binalar, acaba ruh halimizi nasıl etkiliyor? İnsanların mutsuzluğunun sebebi; akılcı, steril ve tekdüze mimari olabilir mi? Friedensreich Hundertwasser, öyle olduğunu düşünüyordu.

Düz çizgiye ve her türlü standartlaşmaya karşı olan sanatçı ve mimar Hundertwasser (1928-2000); insanların geleneksel-fonksiyonel mimari ve mekanikleşmiş sanayi üretimi tarafından köleleştirilmesini kınıyordu.

Hundertwasser’ya göre, insan beş katmandan oluşur: Deri, kıyafetler, evler, kimlik ve dünya.

Kıyafetler ve bina duvarlarının, insanın doğal gereksinimlerini karşılamaz hale geldiğini düşünen sanatçı, modern binaların anonim, duygudan yoksun, saldırgan, cansız, soğuk ve boş duvarlarının, “hapishane duvarlarımız” olduğunu savunuyordu.

Kentlerimizde, bize yaşam veren, nefes almamızı sağlayan bitki örtüsünü sistematik bir biçimde tahrip ederek boğulduğumuzdan yakınıyor; sokakların, insanın yeniden özgürce soluyabileceği yeşil vadiler haline gelmesi gerektiğini ifade ediyordu.

“Eğer insan doğanın ortasında yürüyorsa, doğanın misafiridir ve iyi yetişmiş bir misafir gibi davranmayı öğrenmelidir” diyor, kentlerde ağaç dikmenin zorunlu olması gerektiğini söylüyordu. İnsanın, doğanın kurallarıyla uyum içinde yaşamasını ve doğal çevreyi korumasını temel alan manifestolar yazdı, dersler verdi, posterler hazırladı…

Mimarların icadı olan düz zeminin, insanlara değil makinelere uygun olduğunu düşünüyordu. Doğadaki gibi engebeli zeminin ise, ayaklar için “bir senfoni, bir melodi” oluşturduğu, doğal titreşimleri geri getirerek insanın zihinsel dengesini sağlamasına yardımcı olduğu kanaatindeydi.

Evlerin pencerelerden meydana geldiği görüşünde olan Hundertwasser, yan yana ve alt alta dizilmiş, birbirinini tıpatıp aynısı pencerelerin hüzünlü olduğunu, oysa ki pencerelerin dans edebilmesi gerektiğini söylüyordu. İnsanın kendi penceresinden dışarı uzanıp, duvarda erişebileceği her yeri uzun bir fırçayla boyayabilmesi ve böylece farklılığını ortaya koyabilmesinden yanaydı.


Sanatçının, memleketi Avusturya’da da harikulade örnekleri bulunan; canlı renklerin, organik biçimlerin kullanıldığı karakteristik binaları, tüm bu düşüncelerini yansıtıyor.

Örneğin, Viyana’daki Kunst Haus Wien’in sadece pencereleri değil, düzensiz mozaiklerle bölünmüş, dama tahtasını andıran, kamburlu dış cephesinin tamamı ve hatta içi de adeta dans ediyor.

Gün ışığından yararlanmak için, ön cephede çokça cam kullanılmış. Bitkilerle bezenmiş, kış bahçesini andıran bir restoran; eşit olmayan bir biçimde kıvrılan bir merdiven, içerideki unsurlardan.  

Yıllar önce binayı gördüğümde çocuksu bir heyecana kapılmış, binanın içini gezerken hayallere dalmıştım. Binanın kıvrımlı hatları; coşkulu, neşeli ve düzensiz - ama özensiz olmayan - görüntüsü, insana yaşam sevinci ve enerji veriyor, yaratıcılığı tetikliyordu.

Hundertwasser, 1892’de mobilya fabrikası olarak inşa edilmiş bu yapıyı yenileyerek 1991 yılında müze haline getirmiş. Tüm dünyadan turistlerin akın ettiği bina, Hundertwasser’nın çalışmalarına, sanat tarihindeki yerine dair en kapsamlı kalıcı sergiyi barındırıyor.

Aynı zamanda, Hundertwasser’nın ekoloji ve sürdürülebilirlik konusundaki görüşlerine bugünün perspektifiyle bakan; iklim değişikliği, geridönüşüm ve şehircilik gibi konuların irdelendiği, fotoğraf odaklı çağdaş sanat sergilerine yer veren bir “yeşil müze”. Bugüne kadar, David LaChapelle, Annie Leibovitz, Herb Ritts ve Henri Cartier-Bresson gibi isimlerin eserlerinin de bulunduğu onlarca sergiye ev sahipliği yapmış.

Binanın en üst katındaki, ahşap teraslı dairede ise Hundertwasser yaşamış ve çalışmalarını sürdürmüş.

“Mimari, insanı boyunduruk altına almamalı, yükseltmeli” diyen Hundertwasser’nın, insanın kendi doğası ve de parçası olduğu doğa ile uyum içinde ve kendini ifade etmesine izin veren mekanlarda yaşaması gerektiğine dair görüşleri, bugün daha da dikkate değer. Medeniyet ve mutluluk seviyemiz; kimi zaman ağaçları keserek diktiğimiz; pencereleri açılmayan, şekil ve renkleri birbirine benzeyen yüksek binalarımızın sayısıyla doğru orantılı mı?