'Görüyorum ki çaresizliği hiç tatmamışsınız hayatınızda...' Bu sözler daha 27 yaşında lenf kanserine yenik düşen üniversite öğrencisi Dilek Özçelik'e ait.
İlaç bulamayan ve son çare olarak dönemin Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar'dan kanser ilaçlarının temini için yardım isteyen Dilek, dilenci muamelesi görmüştü. Bayraktar'ın avuçlarına sıkıştırdığı parayı, 'Ben dilenci değilim' diyerek geri çeviren Dilek, önceki gün hayatını kaybetti.

Dilek, Tekirdağ'ın Saray ilçesinde yaşıyor ve Trakya Üniversitesi İngilizce Öğretmenliği Bölümü'nde okuyordu. 15 Nisan 2013 günü dönemin Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar'ın iki günlük Trakya gezisi kapsamında geldiği Edirne'de kanser ilaçlarının temini için ondan yardım istedi. Oysa her şeyi para olarak gören, koruma ordusu ile gezen milletin vekili, bakan Bayraktar onun çaresiz ellerine bir miktar para bırakıp itiverdi. Bu itiş, çaresizliğin kıyılarında dolaşan Dilek'i daha da derinleri itti. Düştüğü o çukurdan titrek sesi duyuldu Dilek'in... Gözlerinden taşan gözyaşları yanaklarından süzüldü; 'Ben dilenci değilim. İnsanlık konusunda bir kez daha hayal kırıklığına uğradım. Görüyorum ki çaresizliği hiç tatmamışsınız hayatınızda' dedi. Hıçkırıklar arasında uzaklaştı. Dilek'in sözleri o gün ana haber bültenlerinde, ertesi gün ise gazetelerde yer aldı. Haberi okuyan, gören, duyan, herkesin içinde yankılandı o sözler. Haberlerin ardından Dilek'in bulamadığı ilaçlar temin edildi, hastaneye yatırılarak tedavi altına alındı.  Sonra herkes unuttu onu, çaresizliği ile başbaşa kaldı Dilek. Herkesin çarezisliği ile başbaşa kaldığı, başbaşa bırakıldığı bu yaman çağda, çaresizdi... Eğitimine devam edemeyen ve yıllardır kanserle mücadele eden Dilek, geçtiğimiz günlerde ailesi ile birlikte yaşadığı evde durumu ağırlaşınca hastaneye kaldırıldı. Ancak, yapılan tüm müdahaleye rağmen kurtarılamadı.

Gecip gitti Dilek, çaresizliğin içinden uzattığı ellerini geri iten soğuk ellerin, ellerimizin arasından... Geçip gidiyoruz, insanların arasından, bazen bize uzanan çaresiz bir elin bize ne kadar derinden uzatıldığını görmeden geçip gidiyoruz. Dokunmadan, anlamadan, anlamaya çalışmadan yürüyüp gidiyoruz. Sonra bir fotoğraf asılı kalıyor içimizin karanlık aynasında, o aynaya uzun uzun bakıp varsa yüzümüz utanıyoruz kendimizden...