Seçim sonuçlarına dair çok şey yazılabilir. Geçen hafta henüz sonuçlar alınmadan "Seçmen ne mesaj verdi?" başlığı altında değerlendirmelerimi yazmıştım. Aradan geçen bir hafta içinde çevremde ciddi bir rahatlama gözlemliyorum. Seçimler sırasındaki gerilim havası yok. Karanlık güçlerin provokasyonu olduğu her halinden belli olan Diyarbakır'da yaşanan çatışma ve ölümler olmasa ülke huzura erdi diyeceğim.
Topluma yayılmış bu iyimser halden rahatsız olanlar da var, kimileri halen eski ayrıştırıcı söylemleriyle ahkam kesmeye devam ediyor.
Benim önerim, aldırmayın onlara; barışı, demokrasiyi seçmiş seçmen olarak, eşitlik, özgürlük, barış ve yaşanabilir bir dünya taleplerinizi yükseltmeye devam edin.

Çevre Günü; koalisyona doğayı da katmak gerek

5 Haziran Dünya Çevre Günü nedeniyle geçen haftaki yazımı 'çevre'ye ayıracaktım; araya seçim girdi, iyi de oldu, çevrenin korunması, yaşamın savunulması bir güne sığar mı?
5 Haziran  "Dünya Çevre Günü", o gün yaklaşırken beni bir sıkıntı sarar, yılın 364 günü çevreyle hiç ilgilenmeyenler, hatta çevreyi alabildiğine kirletenler, kirlenmeye yol açanlar bir günlüğüne "çevreci" kesilirler. Toplantılar yapılır, bu toplantılar için yana yakıla "çevreci" konuşmacı aranır, süslü laflar edilir ve bu şekilde Dünya Çevre Günü "kutlanır"; ardından 6 Haziran sabahı kalınan yerden devam edilir, doğa unutulur, diğer canlılar unutulur, dünyanın geleceği unutulur. Bu tür samimiyetsizlik beni çok rahatsız ediyor, sizi rahatsız etmiyor mu?
"Çevre hakkı"nın aslında "yaşamın korunması" olduğu fark edilmeden, dünyadaki yaşamın sürdürülebilirliğini tehlikeye sokan kirlenmenin, yok oluşun nedenleri sorgulanmadan bu samimiyetsizliğin önüne geçilebilir mi?
5 Haziran'ın "Dünya Çevre Günü" olarak anılmasına neden olan 1972 Stockholm BM İnsan Çevresi Konferansı Bildirisi'nin 1. Maddesinde "...insanın; hürriyet, eşitlik ve yeterli yaşam koşulları sağlayan onurlu ve refah içinde bir çevrede yaşamak temel hakkıdır. İnsanın bugünkü ve gelecek nesiller için çevreyi korumak ve geliştirmek için ciddi bir sorumluluğu vardır.." dendi. Dendi ama eşitlik ve yeterli yaşam koşulları sağlayan onurlu ve refah içinde bir çevrede yaşıyor muyuz? Bugünkü ve gelecek nesiller için çevre korunuyor mu?

"Çevre Günü" vesilesiyle İzmir'le ilgili birkaç not düşelim:
Aliağa: Demir çelik fabrikaları, petro-kimya tesisleri, gemi söküm tesisleri, haddehaneler ve diğer tesislerin yarattıkları kirlenme nedeniyle, Aliağa yöresi çevre sağlığı ve canlı yaşamının çok büyük risk altında olduğu bir bölge halini almış vaziyette. Var olan kirletici faaliyetlerin önüne geçilmesi gerekirken, bugün Aliağa'da yeni kirletici tesislere izin veriliyor. Termik santraller gündemde, henüz yargısal denetim süreçleri tamamlanmadan ithal kömür yakıtlı İzdemir Termik Santral merkezi ve yerel yönetimin elbirliği ile verdiği izinlerle çalışıyor, hatta kapasite artırımı için ÇED süreci başlattı. Petokok yakacak olan Socar termik santralinin ÇED davası devam ederken, kapasite artırımına ilişkin yeni ÇED süreci başlatıldı, bu arada İzmir Büyükşehir Belediyesi "yatırımı engellememek için" çevre düzeni planı iptali davasından vazgeçtiğini açıkladı.

Efemçukuru Altın Madeni: İki hafta önce yazmıştım, mahkeme, altın madeninin yaklaşık dört yıllık faaliyeti sonucunda bölgede ağır metal kirliliğinin başladığını tespit etti ve kapasite artımı iznini iptal etti. Ama maden çalışmaya, İzmir'in su havzası kirlenmeye devam ediyor. İzmir'in su havzasını korumakla yükümlü olan İzmir Büyükşehir Belediyesi, İZSU bir şey yap(a)mıyor. Bakanlık, Valilik görevini yapmıyor, en acısı da İzmirlilerin sesi çıkmıyor.

Gaziemir'deki nükleer atıklar: Henüz nükleer santralimiz olmadığı halde, nereden ve hangi yolla geldiği belli olmayan nükleer atıklar gündemimizi oluşturuyor. Buna en çarpıcı örnek Gaziemir'deki kurşun fabrikası bahçesinde tespit edilen nükleer bulaşıklı atıklar. Bu fabrika 1940'lı yıllardan beri çalışıyor, atıktan kurşun üretiyor, dolayısıyla aynı zamanda atık da üretiyor. 2010 yılına kadar faaliyetini sürdüren fabrikanın atıklarının radyoaktivite içerdiği 2007 yılında tespit edilmesine rağmen Aralık/ 2012'de Radikal Gazetesi'nde Serkan Ocak imzasıyla İzmir'in Çernobil'i haberine kadar İzmirliler bu atıklardan habersizdi.  Radyoaktif atık haberi üzerine yapılan suç duyuruları üzerine şirket yetkilileri hakkında çevreyi kasten kirletmekten ağır ceza mahkemesinde dava açıldı, kamu görevlileri hakkındaki şikayetler ise soruşturma izni verilmediği için kovuşturma açılmadı.  Soruşturmalar bir yana atıklar yerinde duruyor, Emrez, Aydın Mahallesinde oturanlar ağır metal ve radyoaktif kirliliğin içinde yaşamlarını sürdürüyorlar. Gaziemir'deki atıklarla baş edemiyoruz, bir de nükleer santral kurulursa halimiz nice olur?

Daha çok var; kent içinde kalan, tarım alanlarını mahveden taş ocakları, çimento fabrikaları, kıyılardaki kaçak ve plansız yapılaşmalar, deniz kirliliği, dolup taşan Harmandalı, tarım alanlarının amaç dışı kullanılması, insanları yenilenebilir enerjiye düşman eden şirketlere kazanç sağlamak için projelendirilen Rüzgar Enerji Santralleri, onlarca yargı kararına rağmen faaliyetini sürdüren Bakırçay Ovası ve Kozak Yaylası için tehdit oluşturmaya devam eden Ovacık altın madeni... Daha sayayım mı? Bu kadar yeter.

Sonuç; bugün uygulanan politikaların insan emeğinin yanı sıra doğal varlıkları da sömürdüğü ortada. Sürekli ve hızlı büyümeyi hedefleyen endüstrileşmenin geldiği aşamada, yenilenemeyen doğal varlıklar hızla tükeniyor, oluşan atıklar çevrenin taşıma kapasitesinin çok üzerinde kirlilik oluşturuyor. Teknolojik gelişmeler bu olumsuz gidişi kolaylaştırıyor, Dünya Çevre Günü kutlamaları ile birlikte ekolojik yıkıma doğru hızla ilerliyoruz. "Ne pahasına olursa olsun büyüme" anlayışından vazgeçilmeden bu yıkım durdurulamaz.
O zaman; seçimden sonra kurulacak koalisyona doğayı da katmak, hükümet programında yıkım politikalarının değil yaşamın korunması politikalarının yer almasını talep etmek gerek.