Geçen hafta Şırnak'tan başlayan köşe yazım birçok dostumdan çok olumlu geri bildirimler aldı. Hem bu geri bildirimlerin sıcaklığı hem de ülkede devam eden çözümsüzlük süreci ve akan kan, bu hafta da köşemi Şırnak'tan getirdiklerime ayırmama sebep oldu.

Doğuda askerlik yapmış birçok kişiden şu şehir efsanesine benzer hikayeyi duymuşsunuzdur. Bir gece pusuda beklerken önümüzden çok sayıda PKK'lı terörist geçti. Ateş emri alsak hepsini imha edebilirdik ama nedense ateş etmememiz söylendi. Bu hikayeyi Şırnak'ta görev yaparken defalarca, sonrasında İzmir'de de birçok kişiden duydum. Kimine göre o terörist gruplar içine sızmış bazı istihbarat görevlileri olduğu için ateş açılmıyordu. Kimi farklı komplo senaryoları üretiyordu. Gerçekler durumlara göre elbette değişebilir.

Askerlik görevimi yaptığım 2005-2006 yıllarının futbol sezonunda, tutkunu olduğum Altay; Bursaspor ve Antalyaspor ile Süper Lig'e yükselebilmek için büyük bir yarış içindeydi. Ligin bitmesine bir hafta kala Altay, Mardinspor ile Mardin'de karşılaşacaktı. Ligde iddiası olmayan rakibine karşı bu maçı kazanması demek Altay'ın şampiyon olması demekti. Benim Mardin'de olmam gerekiyordu. Komutanımız konumunda olan başhekimimizin karşısına çıktım. Pazar günü maç için Mardin'e gitmek istediğimi söyledim. Beni artık çok iyi tanıyordu. 'Sana izin veremem ama dedi gidersen de peşine düşmem, haberim olmaz' dedi ve ekledi: 'Başına herhangi bir şey gelirse hakkında kaçak işlemi uygularım'. Büyük bir sevinç içindeydim, en azından engel olunmayacaktı. Arkadaşlarım beni deli olmakla itham ediyorlardı. Benim aklımda olan tek endişe herhangi bir kaçırılma durumunda firar etmiş sayılacağım için vatan haini ilan edilme riskiydi. Çünkü gönüllü kaçmış gibi görünecektim. Diğer ihtimaller korkutmuyordu bile. Hemen bölgede taksicilik yapan Ahmet isminde dostuma Pazar günü tüm gün aracını kiralamak istediğimi söyledim. O iyi bir ticaret yaptığı için mutluydu ama yine de beni anlamaktan uzaktı. Mardin'e giderken iki yol vardı. Biri daha güvenli kabul edilen fakat çok daha uzun Nusaybin yolu, diğeri ise askeri personele yasaklanmış, kontrolünün bazı yerlerde yitirilmiş olduğu İdil yolu. Biz zamana karşı yarışıyorduk. Garnizondan en kısa sürede uzaklaşmış olmam gerekiyordu. İdil yolunda şoförüm Ahmet bazı yerlerde 'burada şu 3 kilometre çok tehlikeli ama ben kendimi öldürtürüm seni teslim etmem' derken, ben açık pencereden 'Büyük Altay' diye bağırıyordum. Arabanın önünde panelin üzerine yerleştirilmiş boydan boya Altay atkısı, o bölgede belki de onlarca yıldır olmayan bir farklı türden bir semboldü.

O dönemin gerçekleri içinde birçok dostum için yaptığım iş; delice, cahilce ve hatta aptalca bir işti. Koca bir yıl askeri alandan bir gün bile çıkmamış kişiler için bir futbol takımı için ölümü göze almanın anlaşılır yanı yoktu. Bu öykünün bir yönü aptalca bir cesaret öyküsü gibi algılanabilir. Ama benim Şırnak'a gider gitmez algıladığım başka bir gerçek vardı. O da bazı dengelerin varlığı ve her şeyin bu dengeler çerçevesinde gerçekleştiği. Oraya gider gitmez şunu fark etmiştim, terör örgütü dilediği anda dokunmak, canını yakmak istediği birine rahatça ulaşabilirdi. Üst düzey komutanlar bile aslında çok iyi korunmuyorlardı. Dengenin diğer tarafında ise aslında devletin elinde de çok güçlü istihbarat bilgileri mevcuttu. Bazı dostlarımızın önerdiği gibi İsrailvari şekilde teröre karşı yüksek görevli teröristlere operasyon yapma ihtimalleri de çok zor görünmüyordu. Ama sanki arada gizli bir uzlaşma vardı. Bir taraf diğer tarafta rütbeli birine zarar verirse, bunun misillemesinin yapılacağını biliyordu. Bu sebeple başıma hiçbir şey gelmeyeceğine dair çok güçlü bir inancım vardı ve İdil yolunda yaptığım yolculuk hayatım boyunca güzel, anlatırken maceralı bir yolculuk anısı olarak anılarımda hep yer alacak.

Bu dengeler içerisinde yakın zamanda Malazgirt İlçe Jandarma Komutanı Arslan Kulaksız'ın şehit edilmesinin, çok anlamlar içerdiğine inanıyorum. Bunun bir rastgele suikast değil, belli içeriği olan bir mesaj olduğuna inanıyorum. Şunu biliyorum, yeri geldiğinde tetiklere basılmıyor. Yıllardır da tetiklere basılmaz olmuştu. Fakat 7 Haziran'da ortaya çıkan siyasi tablo sonrası tetiklere yeniden basılmasının da anlamlı olduğunu düşünüyorum. Bu sebeple de dökülen kanın vatan savunması ya da özgürlük mücadelesi olduğuna inanmıyorum. Siyasetin oluşturduğu bir savaş içerisinde gencecik değerlerimiz hayatlarını kaybetmekteler ve bunların her birinin siyasi bir cinayet olduğuna inanıyorum. Bu sebeple barış istiyorum ve barışı savaşı çıkartan siyasilerin değil, halkların uzlaşısı ve oyunu görmesi ile gerçekleşeceğine inanıyorum.