En büyük paradoks şudur, "yaratıcı güç, ya da tanrılar, bizi yaratıp, seçimlerimizde serbest mi bıraktılar?" ya da, "bizim kararlarımız aslında önemsiz, bizim yerimize karar veren büyük bir irade mi var?".

Hangi dine inanırlarsa inansınlar, dindarlar, tek tanrı ya da tanrılar üzerinden, kaderlerinin şekillendirildiğine, bir üst aklın onlar yerine seçimler yaptığına, ve en hayırlısının, bu üst iradeye teslim olmak olduğuna da inanırlar.

Ama diğer taraftan, çelişkisel olarak, inandıkları dinin yayılması ve güçlenmesi için, o din, tanrı, ya da tanrılar adına diğer insanlara müdahale görevini de üstlenirler. Bu paradoks, din ve siyaset ilişkisindeki en büyük sorundur.

Dinin bir çok tanımı var, ama en kapsamlısı, "takipçileri tarafından güncel ve yerel hukuk ve ahlaktan daha üstün tutulan yaşam kuralları bütünü".  Bu tanım üzerinden gidersek, dindarların, coğrafya ve zaman sınırlarına tabii olmayan, tüm insanlar için gerekli olduklarına inandıkları bu kuralları, devlet yönetiminde de talep etmelerini normal karşılamalıyız. Eğer inançları sebebiyle seçtikleri yaşam kurallarına uygun yaşamak istiyorlarsa, bu kuralların günlük hayatlarını da idare etmesini isteyebilirler.
Ancak bu, bir kaç açıdan çok büyük sakıncaları olabilecek bir yaklaşım. İlk sakınca, dinlerin uzak geçmişte ortaya çıkmış olmaları. Bu yüzden ortaya çıktıkları zaman diliminde devrimsel bile olsalar, dinlerin "nasıl?" sorusuna verdikleri cevaplar, özellikle bilimdeki gelişmeler nedeniyle, demode kalıyorlar.
Sağlıktan ekonomiye, bir çok bilim alanında, dinin o gün verdiği cevapların yanlış ya da en azından eksik olduğu ispatlanınca, dinin nasıl sorusuna verdiği cevaplarla bir yönetim biçimi dizayn edilmesinin mantıksızlığı ortaya çıkıyor.

İkinci konu, devletin o dine mensup olmayan vatandaşları meselesi. Eğer bir ülkede bütün vatandaşlar, mevcut dinin kurallarına göre yaşamak istiyorlarsa, bu bir sorun değil. Ama bırakalım azınlıkları, tek bir vatandaş bile hayatını bu kurallara göre değil de, başka bir dinin veya felsefenin kurallarına göre yaşamak isterse, o zaman dindar devlet, bir anda zalime dönüşüyor.

Siyaset biliminde yüzyıllar önce "tyranny of majority" kavramıyla açıklanan bu durumda, çoğunluk bir tür diktatörlüğe geçiyor, ve din açısından bakarsak, çoğunluğun dinine sahip olmayanlar, her zaman haksızlığa uğruyorlar.

Bu iki nedenle, yani bilimsel gelişimin dinin önerilerinden farklı sonuçlara ulaşması, ve azınlık haklarını da korumak düşüncesi, uygarlık ilerlerken, dinin devlet yönetimindeki rolünü giderek azaltmıştır. Özellikle demokrasi geliştikçe, ve dünya savaşlarının da etkisiyle, batıda, dindarlar dahi, bir kaç konudaki katı tutumları hariç, artık dinin devlet yönetiminde aktif olmamasında mutabıktırlar.

Yine de batıda da, dindarlar sağ ve muhafazakar partiler içinde, siyasette vardırlar. Mesela kürtaj, eşcinsel eşitliği, idam cezası ya da evrim teorisi gibi konularda, sert mücadeleleri de vardır. Fakat dindarlığın ne hukukta, ne ekonomide, ne de azınlıkların düşüncelerine saygıda tartışıldığını göremeyiz, bu konularda bir konsensus oluşmuştur.

Bizde laiklik aslında Abdülhamit'in istibdat döneminden sonra gündeme gelmiştir. Jön Türkler'in Prens Sabahattin liderliğindeki Ahrar kanadı, Ulu Önder'i de çok etkilemiş olan Ziya Gökalp, ve Rusya ve Balkanlardan göçen aydınlar tarafından, zaten cumhuriyetten önce de konuşulmuştur. Yani aydınlar arasında yeni bir fikir değildir.
Cumhuriyet kurulurken din ve devlet işlerini ayırma aşamasında ise, Anglo-sakson tipi bir sekülarizm yerine, sert Fransız laikliği örnek alınmıştır. Bunun yarattığı sorun şu olmuştur. Din ve devlet işleri birbirinden ayrılırken, devrimin bir başka sonucu olarak, halk ve din ilişkisi devlet tarafından düzenlenmek istenmiştir. Ve ne yazık ki, bu yaklaşım dindarlarda bir tepki oluşturmuştur.

Bu tepkiler 1946'dan önce de siyaseten ifade edilmiş olsa da, çok partili hayata geçildikten sonra, dindarlar siyasetten taleplerini daha yaygın ve kolay ifade etmişler, sağ ve muhafazakar partilerde gittikçe güçlenmişlerdir. Yine de bu partilerin yönetici kadroları din ve devlet işlerini birbirine karıştırmadan, laiklik ilkesinden taviz vermeden, bu talepleri daha çok kültürel boyutta destekleyerek, bir tür idare etmişlerdir.

Adil olmak gerekirse, 2007'ye kadar AKP de bu yolu izlemiştir. 2007'de sistemle yaşanan cumhurbaşkanlığı çatışmasından ve 2010 referandumundan sonra, din siyasete çok daha fazla girmeye başlamıştır. Ve bu ne yazık ki, yukarıda da paylaştığım ve din ne zaman siyasette aktif olursa yaşandığı gibi, bilimin ve azınlık ve insan haklarının gerilemesine sebep olmuştur.

15 Temmuz, dinin devlette daha güçlü olmasını isteyen ve aslında insan haklarıyla alakası olmayan iki grup arasındaki acıklı bir çatışmayı bitirmiş, alınan ders cumhuriyet değerlerine dönüş olmuştur. Dindarların bazılarının adeta hasta ruhlar olarak, kendi vatandaşlarını hatta diğer dindarları öldürmeye, devleti yıkmaya, hatta iç savaş çıkarmaya kadar gidebilecekleri görülünce, dindarları kayıran devlet anlayışı sorgulanmıştır.

Ancak son zamanlarda, ve referandumdan sonra, AKP ve cumhurbaşkanı, sanki yeniden dinin devlet idaresindeki ağırlığını arttırmaya çalışıyor gibi. Resmi açılışlarda Kuran okunmasından, başörtülü büyükelçiye, açılan ve planlanan İslami üniversitelerden, yeni müfredat programına, ordudaki komutanlardan, Diyanet'teki yönetim değişikliğine kadar, yeni bir yaklaşım içindeler. Halbuki parti tabanı bundan rahatsız, ve eğer, oyları konsolide etmek için yapıyorlarsa, tam tersi bir etki görmeleri çok daha olası. Ve bu yeni yaklaşımlar, ne yazık ki, bilimde ve insan haklarında yaşanan gerilemeyi de arttıracak gibi.

Yazının başına dönersek, dindarların, kaderlerimizin ve hayatımızın bizim dışımızdaki ilahi bir akıl tarafından yönetildiğine inanmaları, tavır, davranış ve yaklaşımlarını sorgulamamalarına da neden oluyor. Bu çerçevede, bu son politika değişikliği, AKP'ye çok zarar verecek, ama eğer "Allah'ın dediği olur"sa, o zaman, belki bu da ilahi bir karardır.
Her zaman bilimde ve insan haklarında buluşalım...