Oğuz Atay, Tehlikeli Oyunlar adlı romanında kelimelerin bazı anlamlara gelmediğinden söz eder. Gerçekten de öyledir. Bazı kelimeler bazı anlamlara gelmez. Ama öyle kelimeler de vardır ki bir araya getirildiklerinde çok derin anlamları bile açığa çıkarabilirler. Âmin Maalouf'un Doğu'dan Uzakta adlı romanında geçen, 'İnsanlar, bir dinleri olduğu için ahlaka ihtiyacı kalmamış gibi davranıyorlar...' cümlesi de işte o derin anlamı açığa çıkaran kelimelerle kurulmuş bir cümle.

İlk okuduğumda, Maalouf'un bu cümleyi, Ağrı Dağı'nın batı sırtlarına oturup Anadolu'ya uzun uzun baktıktan sonra iç çekerek söylediği hissine kapıldım. Bu ülke insanlarının içinde bulunduğu durumu özetlemesi bakımından çok anlamlıydı. Cümlenin anlattığı şey çok ama çok tanıdık. Bizi yaşadığımız bu güne öylesine yaklaştırıyor ki, bizleri 'Din, bir dinleri olduğu için ahlaka ihtiyacı kalmamış gibi davranan insanların elinde ne hale gelir?' sorusu ile yüz yüze getiriyor. Sorunun cevabını uzaklarda aramaya gerek yok tabii ki onu birebir yaşıyoruz.

Âmin Maalouf sözünü ettiğim kitabında, bizim de içerisinde bulunduğumuz, içine çekildiğimiz bu kaynayan kazana, yani Ortadoğu'ya yakından bakmamızı sağlıyor. Kitap, kimliklerin ölümcül çatışmalarını, savrulan ve parçalanan hayatları Lübnan'ı (Beyrut'u) merkeze alarak anlatsa da bugün bu ülkede yaşadıklarımıza çok benzeyen şeylerden bahsediyor.

Romanın şu bölümü oldukça önemli; '...Bireyin iradesinin cemaatler, örgütler, partiler gibi oluşumlar tarafından teslim alınarak, bu iradenin şiddetin her türünü kullanır hale getirildiği bir ortam. Bireylerin din, mezhep, etnisite adına bir tür hipnotize edildiği ve hipnotize edilemeyen bireylerin de kapana kıstırıldığı korkunç ortam!..'

Bu bölümde yazar adeta bizi elimizden tutup, 'İşte gelin bu söylediklerimin birebir örneklerini bu topraklar üzerinde yaşayarak tecrübe edebilirsiniz' diyor, ve bizi kendimizle ve aklımızdaki sorularla baş başa bırakıyor.

Durum ortada. Afganistan, Irak, Pakistan, Suriye gibi Ortadoğu ülkelerinde mezhepsel kimlikler ölümcül bir silah haline getirildi. Kimlikler üzerinden yaratılan çatışma ortamı ile birbirinden çok da farklı olmayan, yıllardır aynı ortamlarda yaşamış, aynı çeşmeden su içmiş, aynı yollardan geçmiş insanlar karşı karşıya getirildi, getiriliyor. Bugün bu silahın ne kadar ölümcül olduğunu Irak ve Suriye'de görüyoruz.

Ülkemizdeki durum da maalesef çok farklı değil. Maalouf'un da belirttiği gibi iradesi, cemaatler, örgütler, partiler gibi oluşumlar tarafından teslim alınan, düşünmeyen, soru sormayan insanların çoğunluğu oluşturduğu bir ülke haline geldik, geliyoruz. İnsanlar etnik, din, mezhep ve siyasi kimlikleri üzerinden ayrıştırılıyor.

Peki her şeye rağmen bizi bataklık olarak nitelendirdiğimiz Ortadoğu'dan ayıran en önemli değer ne? Kuşkusuz ki laiklik. Laiklik, bu topraklarda mezhepsel kimliklerin ölümcül bir silah haline getirilmesinin önündeki en büyük engel. Bir arada yaşama irademizin teminatı. Ama gelin görün ki laikliğin kaldırılması için algı operasyonlarına başlandığını görüyoruz.

Bugün geldiğimiz noktada her türlü arsızlığın, ahlaksızlığın, hırsızlığın üzeri dini söylemlerle kapatılırken, bütün değerler çıkarlara uygun şekilde yeniden şekileniyor ve değersizleştiriliyor. Dine en büyük zarar, dini siyasi emellerine alet edenler ve buna göz yumanlar tarafından veriliyor. Dindar gibi görünerek dini değerleri yok sayanlar, gerçekten dindar olan insanların saf inançlarını kendilerine çıkar alanı oluşturmak için kullanıyorlar. Uzun lafın kısası, dinin, bir dinleri olduğu için ahlaka ihtiyacı kalmamış gibi davranan insanların elinde ne hale geldiğini hep birlikte görüyoruz.

Âmin Maalouf, 'Bir arkadaşın suçları seni de kirletir ve aşağılar; onları acımasızca yargılamak senin görevindir' diyor. Daha fazla kirlenmemek ve aşağılanmamak için biz üzerimize düşen görevi yerine getiriyor ve uyarıyoruz. Uyarımız dikkate alınır mı bilinmez ama safımız belli olsun yeter.