Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Tülay Canda ile mesleği nasıl seçtiğini, anılarını ve öğrenci yetiştirirken nelere dikkat ettiklerini konuştuk

Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Tülay Canda ile mesleği nasıl seçtiğini, anılarını ve öğrenci yetiştirirken nelere dikkat ettiklerini konuştuk. Öğrencilik yıllarında gönüllü olarak çalıştığı hastanede hepatitli bir annenin bebeğini eve götürmek isteyişi, ilk iğneyi bir mahkum hastaya yaparken ondan 'çektiğimiz acıların yanında bu acı nedir, korkma yap iğneyi' sözüyle karşılaşışı, bir kanserli anne için hekim arkadaşlarıyla hep birlikte ağlayışları... Hayat kurtarırken duygularıyla da bir savaş veren hekimlerin saklı kalmış dünyalarında bir yolculuk yaptık Canda ile. Keyifle okuyacağınız, duygularıyla hastalar arasında kalan tatlı bir tıp öğrencisinin gelecekte uzman olduğu branşta hastaları için göz yaşı döken bir bilim insanının hikayesi sizlerle...

- Bize kendinizden söz eder misiniz?

1949 İzmir doğumluyum.

- Siz de yaşınızı söylemekle ilgili tereddütsüz hanımlardansınız...

Yok, her yaşın ayrı güzelliği var. Ben bulunduğum yaştan memnunum. Geriye dönüp hangi yaşı yaşamayı isterseniz diye sorsanız hiçbirine geri dönmek istemem; çünkü hepsini dolu dolu yaşadım. Bundan sonraki yaşamım için de Allah beden ve ruh sağlığı verdiği sürece benim için en büyük mutluluk bu. İlkokul ve orta öğrenimimi İzmir'de yaptım. 1966 yılında Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi'ne başladım. Ben İzmir Fen Kolu mezunuydum, tıp düşünüyordum ama ailem tıpta yapabileceğimi pek düşünmüyordu.

- Neden?

Çünkü çok duygusal bir insandım, herkesin her sorunuyla ilgilenirdim. Sen hastalar ölürken ağlarsın, mesleğini yapamazsın diyorlardı. Şöyle düşündüm, birileri birilerine yardım etmek zorunda, onları tedavi etmek zorunda. Bu benim mesleğim olacaksa tabii ki empati yaparak onlarla ilgilenirim ama onlara yardım eden hekim olduğum için de güçlü olup işimi iyi yapmam gerekir diye kendimi eğittim. Bu benim için kolay değildi. Hepimiz duygusal insanlarız. Öğrenciyken Sağlık Bakanlığı'na bağlı devlet hastanesinde adli tıbbı, bazı klinik dallardaki eğitimi orada alıyorduk. Yazın da ben devlet hastanesinin iç hastalıkları kliniğinde hep gönüllü çalıştım.

- Kaç yaşındaysınız?

Üçüncü sınıfa geçmiştim. Oradaki devlet hastanesindeki uzmanlar, klinik şefi, beceriye yönelik işlemlerde bana çok destek oldular. Örneğin ilk enjeksiyon yapmayı, kan almayı ben orada öğrendim. Hemşireler öğretiyordu, bir klinik şefi vardı Yavuz Bey, o benim çabamı görünce bu öğrenci ne istiyorsa öğretin demişti. Tıpta isteyene öğretilir istemeyene zorla bir şey öğretilmez demişti.

- İlk yaptığınız iğneyi de hatırlıyor musunuz?

Tabii, hiç unutmadım ki. Mahkum hastalar vardı zemin katta. İlk iğneyi yapmaya oraya gittim. İğneyi yaptım fakat iğneyi çekerken enjektör elimde, iğne hastada kaldı. Ve bana dedi ki, 'Sen benim canım acıyacak diye hiç korkma, sen o iğneyi çekiver. Biz çok büyük acılar çektik, bu onun yanında hiçbir şey. Canım da yanmadı, sen her gün benim iğnemi yaparsın' dedi. Bana büyük bir cesaret verdi.

Sonra hepatitli bir kadın hasta vardı. Hastanın bir de bebeği vardı. Bebeğini bırakabileceği bir yer yokmuş. Bebeğe hastalık bulaşacak diye çok endişe etmiştim. Bu bebeği eve götürüp annem baksın diye düşündüm. Eve gittiğimde akşam anneme anlattım durumu. 'Getirsem bakar mısın?' dedim. 'Bakmasına bakarım ama bak ablanın da çocukları var, onlara da bulaşabilir, bunun sonu gelmez. Hastalara yardımcı olacaksan hastanede olmalısın, maddi yönden yapılabilecek bir şey varsa biz öyle destek olalım' dedi. Yavaş yavaş bunun sonunun da gelmeyeceğini öğrendim. Babam derdi ki, 'Kızım sen doktor olacaksın ama senin kazandığın para sana kalmayacak, bunu da düşünmen lazım.' Hani bir laf vardır, 'Alan el olma, veren el ol' diye. Tabii ki bütün hekimlerde genellikle bu özveri var. Hekimlik mesleğimi seviyorum, hekim olmak isteyenlere asla 'Tıp zordur, olma' diye bir şey söylemiyorum. İstemeyene 'Hekim ol' da demiyorum. Kendi çocuklarıma da asla 'Hekim olun' demedim, isteyen olmalı.

- Siz patoloji uzmanısınız, başka bir branşı seçmeliydim dediğiniz oldu mu?

Şimdiye kadar olmadı. Branşımdan çok mutluyum. Hastalardan alınan dokuların, hücrelerin tanısını koymaya çalışıyorsunuz. Klinisyen de o tanıya göre hastayı tedavi etmeye çalışıyor. Ben 90'ların sonuna doğru meme kanseri patolojisinde çalışmaya başladım. Tabii meme dışındaki alanlarda da çalışıyorum. Tiroid, endokrin organ dediğimiz, beyin tümörleriyle de çalışıyorum. Şu anda hastanemizin alt yapısı çok donanımlı, istediğiniz saat, gece gelirsiniz, hastanızla ilgili inceleme yapabilirsiniz, bu şansınız var. Bence bizde çalışma 24 saat. Ben patolojiyi çok seviyorum ama bazı insanlar hastayla bire bir karşılaşmak istiyor.

- Meme kanseriyle ilgili sonuç söylemek zorunda kaldığınız hastalar olmuyor mu?

Oluyor tabii. Sonuçlar için buraya geliyorlar, o zaman bir cevap bekliyorlar. Ben sonuç iyi olursa söylüyorum, sonuç kanserse onu ben söylemiyorum

- Ya da söyleyemiyorum mu?

Söylemem doğru olmuyor; çünkü o hastanın özelini bilen hekimi. Onu söylemek istemiyorum, zaten bir süre sonra onlar yine bana kafalarındaki soruları sormaya geliyorlar. Ben onlara şöyle diyorum, kanser miyim diye soruyorlar, 'Sizin bir hastalığınız var, kanser demeyelim tümör diyelim, hastalığınız önemli, tedavisi var, siz hastaneye misafir olarak geleceksiniz, zaman zaman da gelip kafanıza takılan bir soru olduğunda gelip çayımı içeceksiniz' diyorum. Hastanın o sıkıntılı süreçlerini görmüyorum ve bundan da memnunum. Bu görevi yapan arkadaşlarıma da her zaman dua ediyorum. Bu hekimlik mesleği çok zor bir meslek. Hepimiz duygusalız, dereceleri farklı. Hepimizin üzüldüğü, ağladığı çok günlerimiz oluyor, bu da hekimlerin bilinmeyen yönleri.

- En son bir hasta için ne zaman ağladınız?

Epey zamandır olmadı. Bir hastayı tanısam da tanımasam da raporuna bakmaya başladığımda önce hastanın yaşına bakıyorum. Eğer 20'li yaşlardaysa, hele hele yeni doğum yaptıysa, ufak bebeği varsa... Konseye gelen hastalarda hasta özellikleri tartışılıyor, hastanın yaşı, şu kadar doğum yapmış diye. O hastanın bireysel özelliklerini öğrenip de o anneye, o çocukların ihtiyacının olduğunu duyduğumuz an hepimiz etkileniyoruz. Ne gibi sıkıntılar yaşayabileceklerini biliyoruz. Hastalığa karşı dirençli, morali yüksek hasta grupları var. Onlara da hep bu tip hastaları örnek gösteriyoruz. Moral yüksek olduğunda üstesinden gelebiliyor insanlar.

- Öğrenci yetiştirirken nelere dikkat ediyorsunuz?

Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi, Türkiye'nin saygın kurumlarından biri. Bence alt yapısı kuvvetli, her geçen gün kendisini geliştiren ve yenileyen bir kuruluş. 1800'ü aşkın öğrencisiyle en iyi eğitimi almaları için çok üstün bir çaba harcıyoruz. Araştırma geliştirme merkezlerini geliştirdikçe bilimsel yönden çalışmalarımız da artıyor. Tıp Fakültelerinin görevi kaliteli öğrenci yetiştirmek. Hem bilgi hem beceri açısından Atatürk ilkelerine bağlı, Cumhuriyet kazanımlarına değer vermiş, donanımlı hekimler yetiştirmek. Bizden mezun olan hekimlerin özgüveni yüksek. Çünkü eğitim programlarımızda probleme dayalı öğretim kısmı da var. Burada öğrenci tartışmaya açık, düşündüğünü söyleyebiliyor. Kırsal alanlardan gelen öğrenciler, ilk zamanlar çekiniyor ama sonra alışıyorlar. Gruplar iki ayda bir değişiyor ve kimse kimseyi eleştirmiyor, topluluk içinde konuşmayı, fikir yürütmeyi öğreniyorlar. Hastalıklara yaklaşımı ve olaylara çözüm üretebilmeyi de öğreniyorlar.