Politik ve ekonomik belirsizlik yaşanan dönemlerde veya kişisel açmazlarımız olduğunda, hissettiğimiz tedirginlik, huzursuzluk, korku gibi nahoş duyguların devamlılığından yorulur ve geçici de olsa bunlardan uzaklaşmak, kaçmak isteyebiliriz. Zaman ve imkanı olanlar seyahate çıkarak fiziksel bir kaçış geçekleştirebilir. Zihinsel kaçışlarla yetinecekler ise filmler veya kitaplara yönelebilir.

Psychology Today dergisinde yayınlanan bir makaleye göre, zihinsel kaçışın beraberinde gelebilecek düş kurma, bizi daha sağlıklı, mutlu ve yaratıcı kılıyor. Sürekli gündemi ve sosyal medya aracılığıyla başkalarının ne yaptığını takip ettiğimiz yaşantılarımızda, kendimizden ve düşlerimizden kopmuş olabiliriz. Düş kurduğumuzda ise gerçek benliğimiz canlanır, bu sayede kaygılı ve depresif duygularımız azalırken kendimizi daha yaratıcı ve hoşnut hissederiz.

Zaman ve yer değiştirerek kaçış duygusu elde etmek, hayal kurmak isteyecek olsam, sosyal, sanatsal ve kültürel dinamizmiyle 1920’ler ve bana göre insan yapımı öğeler bakımından dünyanın en güzel şehirlerinden biri olan Paris, seçimlerimin başında gelirdi. Bu nedenle, Woody Allen’ın fantastik unsurlar taşıyan “Paris’te Gece Yarısı” (2011) filmi, benim için harika bir kaçış tüneli. Film bizi hem günümüz hem de dönem Paris’ine götürüyor, filmin ana karakteriyle birlikte bizlere de düş kurdurtuyor.

Filmde, yazar Gil Pender, müstakbel eşi ve onun ailesiyle birlikte bir vesileyle kısa bir tatil için Paris’e gider. Materyalist nişanlısı ile ilişkisinde sorunlar bulunan Gil’i her gece yarısı, içinde dönemin ünlü yazarlarının bulunduğu antika bir araba alarak 20’lere götürür.

Gil, bir gece kendini Cole Porter ve Scott Fitzgerald’ın bulunduğu bir partide bulur, bir kafede Ernest Hemingway ve matador Juan Belmonte ile karşılaşır... Bir başka gece, Amerikalı yazar, şair, oyun yazarı ve sanat koleksiyoncusu Gertrude Stein’ın evinde, Pablo Picasso ve sevgilisi Adriana ile tanışmanın yanı sıra üzerinde çalıştığı roman hakkında Stein’ın görüşünü alma fırsatını elde eder. Adriana ile romantik bir ilişki yaşayan Gil, başka bir gece yolculuğunda, bu çıkmaz durum konusunda sürrealist sanatçılar Salvador Dalí, Man Ray ve Luis Buñuel ile dertleşir.

Yaşadığı dönemden daha iyi olduğunu düşündüğü yıllara kaçan Gil gibi Adriana da eski zamanların, özellikle de Belle Époque döneminin (Güzel Dönem) özlemini çekmektedir. Bir gece, bu kez bir at arabası Gil ile Adriana’yı alıp bu döneme, 1800’lerin ikinci yarısına götürür. İkili önce Maxim’s’e, ardından Moulin Rouge’a gider ve orada Henri de Toulouse-Lautrec, Paul Gauguin ve Edgar Degas ile tanışır. Gil sanatçılara en iyi dönemin hangisi olduğu hakkındaki düşüncelerini sorduğunda, sanatçılar “Rönesans” diye cevap verirler.

Böylece herkesin farklı “altın çağların” özlemi içinde olduğunu gözlemleyen Gil, nostaljinin cazibesine karşın, herhangi bir çağın eninde sonunda sıkıcı hale gelebileceğine, bu yüzden en iyisinin şimdiki zamanı kucaklamak olduğuna kanaat getirir.

Live Science’ta yayınlanan, psikologların görüşlerine yer verilen bir makalede, şimdiki zamanla başa çıkma hakkındaki bu filmde Gil’in, geçmişe yaptığı yolculuk yardımıyla hayatında eksik olanları tespit edebildiği ve bunları tamamlamak için adım atma cesaretini bulduğu ifade ediliyor. Makaleye göre, tarihi nostalji de bir tür fantazi olarak değerlendirilebilir. Fantazinin ise genellikle insanın kendini kaybederek kötü olanı bloke etmesine izin veren bir savunma mekanizması olduğu düşünülür.

Gil’in isteklerini, hayallerini, sorunlarını ve yapması gerekenleri fark etmesini ve yaşadığı zamanın gerçekliğine döndüğünde harekete geçebilmesini sağlayan fantastik yolculuğu, oldukça imrendirici... Siz nereye, hangi zamana kaçıp, kimlerle ne tür serüvenler yaşayıp, hangi konuları tartışıp kendinizi keşfetmeyi düşlerdiniz?