Dr: Peki bu daire sana neyi hatırlatıyor ?
Hasta : Bir soyunma odasının duşunda bir kıza aksiyon var.
Dr : Peki ya bu kare ?
Hasta : Bir kadın bir otomobilin arka koltuğunda üç adamı götürüyor.
Dr: Pekala teşhisi koydum. Sanırım sizin sex saplantınız var.
Hasta :Benim mi? der ve ekler :
“Müstehcen resim koleksiyonuna sahip olan sensin...”
Doktorun hastasına gösterdiği sekillere göre koyduğu bir teşhis söz konusu iken hastası da ona bir teşhis koyuyor. Çünkü ona göre doktor da müstehcen bir kolleksiyona sahip. Bunun anlamı şudur : İnandığınız şey ne ise gerçeğin üzerini örter ve bu salt gerçeğe ulaşmanızı ya geciktirir ya da önünü tamamen keser ama gerçek orada bir yerde keşfedilmeyi bekler yine de.
Biz nesnelere ve olgulara verdiğimiz değere göre onları güzelleştirir ya da çirkinleştirebiliriz ama konu haklı olmaya gelince bu kez gerçeklerle uğraşmayı bırakır kendimizle uğraşırız oysa daha önemli bir şey vardır ki o da anlasılmaktır. Anlaşılmanın önemi şuradadır: İnsanlar genellikle anlamadıkları şeyleri ya onaylarlar ya da karşı çıkarlar ama genellikle anlamazlar. Anlamak kolay bir iş değildir, uzun bir sürece bağlı olduğu gibi derin bir şekilde düşünmeyi gerektirir, düşünmek ise çok zor bir iştir. Öte yandan anlaşılamamak insanı ebedi bir suçlu konumuna düşürebileceği için kişi saygınlığını koruma telaşı içinde paniğe girer ve böylece tartışmaya temel olacak ana fikirden uzaklaşır. Bir şeyi tartışırken öncelikle tarafların üzerinde uzlaştıkları temel dayanak noktaları işin can alıcı noktası olmalıdır. Bu durum hayatımızın bir gün sona ereceği konusunda uzlaşmadan yaşamın nasıl akması gerektiği üzerinde konuşmanın anlamsız olmasına benzer.
Burada doktorun hastası ile konuşması esnasında sorduğu soruların altında yatan ana nedenin; hastasına karşı bir üstünlük sağlama savaşı değildir ancak, hastanın cevapları ve vardığı sonuç bize ilişkilerimizde karşımızdaki ile senkronize olma çabamızı göstermesi bakımından ilgi çekicidir. Sex saplantısı olduğunu kabul etmeyen hastası ise doktorun müstehcen bir resim koleksiyonuna sahip olduğunu söyleyerek kendini temize çıkartmaya ya da başka bir deyimle benzer bir durumda olduklarını göstermeye çalışıyor.
Ben bu konuşmanın devamında doktorun “ evet, haklısın benim müstehcen bir koleksiyonum var ama senin de sex saplantın var” diyerek bir uzlaşı arayışı içine girmesinin daha anlamlı olabileceğini düşünüyorum. Bir sorunu veya herhangi bir gerçeği anlamlandırmak ve olası çözümler için çoğu zaman tanımlama gereğini duysak bile asıl olan karşı tarafın bakış açısını yakalayabilmek ve onun ardında yatan asıl nedeni ortaya çıkarmaktır ve bu sanıldığı kadar kolay değildir. Herhangi bir saplantı bir gerçek olsa bile başka bir gerçeğin üzerini örtmesi bakımından önemli olabileceğini gözden kaçırmamak gerekir.
Gül biz ona gül dediğimiz için mi güzel kokar ya da gülün yaydığı kokunun bizde hoşnutluk yaratması yüzünden mi gül’ü severiz ? İşte yazının başında aktardığım diyalogda, doktor hastasını saplantılı biri olarak tanımlayınca o da bunun olumsuz bir şey olduğunu varsayarak onu müstehcen resim koleksiyonu olduğunu söylemesi objektif bir gerçeği ararken farklı bakış açılarının düellosuna tanık oluruz.
Hangisinin gerçek olduğuna kim karar verecek ve daha tuhaf olanı ise karar verenin gerçekliğini nasıl bileceğiz ya da onun gerçeği söylediğinden nasıl emin olacağız.?
Tam bu noktada konu ile ilgili bir bilim insanının bir insanın ne zaman hasta sayılabileceğine ilişkin yaptığı bir tanımlamayı aktarmak bizim için önemli bir ipucu olacağına inanıyorum. Şöyle söylemişti: “Eğer bir insan kendine ve çevresine zarar vermiyorsa onu sağlıklı olarak kabul edebiliriz.” Bu durumda herhangi bir saplantı bile olsa bu durum kişiyi daha mutlu ve yaratıcı yapıyorsa onu bir sorun olarak tanımlamak yerine normal dediğimiz şeyin ne olduğuna yönelik yeni bir tanımlama getirmemiz gerekiyor.
Kişisel görüşüm ise burada bir tanımlama yaparken bir olgunun içeriğinin belirli bir alana hapsedildiği yönündedir. Bu yüzden insanın mutlu olabilme çabasının bazen adil olmayan bir şekilde ahkaksızlık veya sadakatsizlik olarak değerlendirilmesi yanılgısına kolayca düşebiliriz. Asıl sormamız gereken soru mutlu ama ahlaksız bir insan mı yoksa ahlaklı ama mutsuz bir insanın mı topluma maliyetinin daha fazla olduğudur ? Ahlaksızlık denilen şey ise sadece eylemin kendi içindeki tutarsızlığı veya mantıksal açıdan yanlışlığında değil, varolan sistemin içinde kişisel, toplumsal ve ekonomik bazda çıkarlara aykırı olmasında yatar.
Şimdi bu bakış açısını baz alarak çok uzak bir geçmişe 1800 li yılların Fransa’sına gidelim ve bir örnekle konuyu farklı bir perspektifden inceleyelim. Fransız Devrimi öncesinde iktidarı elinde tutanlarla, özellikle de saraylılarla alabildiğine dalga geçen yayınlar halk arasında çok popülerdi. O dönemlerde Marie Antoinette’in pornografik çizimleri halk arasında elden ele dolaşırken, halkın soylulara mizah yoluyla gösterdiği cüret sarayı çılgına çevirmekteydi. Örneğin 1829 yılında dönemin İçişleri Bakanı François-Regis de la Bourdonnaye tahta oyma ve taş baskı çizimlerin halkın hayal gücünü kolayca harekete geçirdiğinden yakınıyordu. Eğer halkın ahlakı zedelenirse bu yaranın kolayca iyileşmeyeceğini söylemişti. İşler bu noktaya gelince ertesi yıl Fransız hükümeti “asil ve soylu olanların iktidarına” ya da “kralın otoritesine” yaptığı çizimlerle dil uzatanlara ağır cezalar getirmişti . Bu yasadan ilk nasibini alan Charles Philipon adlı karikatürist oldu ve Kral Louis Philippe’in tarihe geçmiş kocaman çenesini armut gibi çizince tutuklandı. Mahkemeye çıkarılan Philipon savunmasında yaptığı çizimi şu sözlerle savunuldu :
“Majestelerinin yüzü armuda benziyorsa ben ne yapayım?”
Aynı yıl Fransa’nın en büyük karikatürcüsü Honore Daumier kralı Fransız yazar Rabelais’nin yarattığı bir canavar karakteri olan Gargantua’ya benzeterek çizer. Bu karakter Ortaçağda yaşamış açgözlü, zalim ve cahil bir devdir ve annesi onu kulağından doğurmuştur. Muhalif karikatürist ise kralın tıpkı bu canavar gibi yoksulları yutup tuvalette zenginleri vücudundan çıkaran bir yaratık olarak ele alır ve bu karikatür yüzünden Daumier de 6 ay hapis yatar.
Fransa Kralı Louis’in yüzünün armuda benzemesi ya da Mısır Kraliçesi Kleopatra’nın burnunun olması gerektiğinden uzun olması ya da Sokrates’in çirkin yüzü onların sorunu değildir, bu sizin nasıl onları nasıl algıladığınızla ilgilidir yani kısaca güzellik ya da çirkinlik zihinsel bir algılamadan başka bir şey değildir ama öte yandan güzellik dediğimiz şey belki de çirkinliğin, mutluluk dediğimiz şey de mutsuzluk halinin karşıtıdır öyle ise herşey siz onları nasıl tanımlarsanız öyledirler başka bir şekilde değil. Şu çok popüler olan güzellik konusunu da boşlukta bırakmayalım isterseniz ve şöyle diyelim. Güzellik kendinizi iyi hissetmektir ve kendinizi iyi hissettiğiniz ölçüde mutlu olursunuz ve insanlar ne zaman iyidirler bilir misiniz ? Mutlu oldukları zaman.
Bu arada Fransa’da Kral Louis döneminde olan benzer durumlar bir çok ülkede yazar ve çizerlerin başına gelmiştir. Otoriteler kendi düşünceleri ile paralellik göstermeyen insanları aforoz etmek için yazılı kanunlardan yararlanmışlardır ancak hepimiz biliriz ki kanunlar insanlar tarafından yapılır ama adalet vicdanlara seslenir. Arkadaşlıkların ve dostlukların hatta her türlü ilişkinin temelinde affetmek söz konusu olduğuna göre uygarlığımızın temelinde de hoşgörü ve anlayışla birlikte derin ve felsefi bir mizah gücü yatar. Karikatür bir sanattır ve müthiş bir gözlem gücü olduğu kadar keskin bir zeka gerektirir. Sanata karşı duyarlı olmayan ve gülmesini bilmeyen insanların ülkesinde Fransız filozof Voltaire’in dediği gibi hükümetler haksızken sizin haklı olmanız tehlikelidir. Ama siz hayatı yaşamaya değer hale getirmek için sorgulamazsanız bunu sizin adınıza başkalarının yapacağından emin oabilirsiniz.
Sonuç olarak doğmak ve ölmek arasında bir yerde yaşamımızdaki her şeyin doğruluğunun ya da yanlışlığının ya da ideal olup olmadığı gerçeğini anlamak istiyorsanız eğer; bunun bizim çevremizdeki olgulara atfettiğimiz bir değerden başka bir şey olmadığı gerçeğini yeniden hatırlamanın zamanıdır.Kimbilir belki de sadece bu yüzden yeniden ve yeniden doğmamız gerekir.