İhsanoğlu, CHP ve MHP'nin üzerinde ne ara anlaştıklarını bile anlamadığımız;  sonradan başka partilerin de destek vermesiyle çatı aday olarak tanımlanan kişi.
CHP tabanının, delegesinin, il başkanının, vekillerinin ve partinin diğer organlarının görüşünün alınmasını bir tarafa, Genel Başkan Yardımcılarının bile haberi olmadan altına "hoop" diye sokuldukları çatı Ekmelleddin İhsanoğlu.

Bir anda oldu her şey. Oysa Kılıçdaroğlu gidip fikir soruyordu sağa sola, sivil toplum kuruluşlarına... Çatı aday çıkartacağız kim olsun, hangi niteliklerde olsun diye... Kimse bir şey anlamadı. Apandis ameliyatı için hastaneye yatan kişinin ameliyat sonrasında bacağının kesildiğini öğrenmesi gibi hepimiz şoke olduk.

Kimdi bu adam? Tamam, çatı aday olarak Fazıl Say'ın ya da İlhan Cihaner'in 'uygun' olmayacağını biliyorduk, ama adını bile doğru söylememizin yaklaşık üç hafta aldığı ve hatta bazen hala yanlış söylediğimiz biri, nasıl oldu da bir anda çatımızı oluşturdu? Ancak manzara çok netti. Çatı aday ilan edilen İhsanoğlu'nun çatısının altına CHP'lilerin çoğu, MHP'lilerin de bir kısmı girememişti. Öte yandan Cumhurbaşkanı'nın hangi isim olacağı belli olmasa da 'ileri' sağcı olacağı kesinleşmişti. Bir başka ifadeyle biz bu seçimlerde Cumhurbaşkanını seçmeyecektik. Cumhurbaşkanı muhafazakâr demokrat mı olsun yoksa demokratik muhafazakâr mı ona karar verecektik. Görevimiz buydu.

Bu kafa karışıklığı, yüksek sesli tartışmalar içinde sürerken, Kılıçdaroğlu'nun adayını destekleyen muhalefetin organik aydınları girdi devreye. Eklemeddin İhsanoğlu'na oy vermeyi utanç kabul eden, bu adayla kendisinin yok sayıldığını söyleyen, böyle bir muameleyi kendine yakıştıramayan herkesin Tayyip Erdoğan'ı desteklediğini söylediler! İhsanoğlu'na 'Hayır' diyen herkesi 'Tayyipçi' ilan ettiler.
"Yok canım, o kadar da değil. Onlar neden Tayyip'i desteklesin! Sadece kabul edemiyorlar" diyen, çirkinliğin bu kadarını içine sindiremeyen bazı muhalif organiklerse, biraz daha kibarlaşıp, Tayyip Erdoğan'ın kurmak istediği tek adam rejiminin önüne geçmek için en geniş kitleyle birleşebilecek bir adayın öne sürülmesinin ve desteklenmesinin gerektiğini söylediler. Tayyip Erdoğan'ın şuan yargıya meclise değer/ dikkat/ önem verdiğini ve parlamenter sistemde yaşadığımızı düşünerek/ sanarak...

Az da olsa, İhsanoğlu profilindeki bir adamın bırakın çatılığını, o kişinin isminden aday diye söz etmeyi ayıp bulanlar vardı. Bu kişiler İhsanoğlu'nun akademik hayatındaki intihal vakasından, Nutuk'u nasıl tahrip ettiğine, Uğur Mumcu'nun eserlerinde adının nasıl geçtiğine kadar onlarca hatırlatma yaptı, zat-ı namzetin adını yücelten 'sol'culara. Duymazdan gelindi.
Sonra anketler gelmeye başladı: "CHP ve MHP içinden yüzde şu kadarlık kişi sandığa gitmiyor. Bu nedenle Tayyip Erdoğan şu kadar farkla kazanıyor..." diye. Cumhuriyet'in çağdaş düşüncesinden fersah fersah uzak olan, İslam Konferansı gibi laik bir ülkenin üyesi bile olmaya tenezzül etmediği yapılanmaya önderlik etmiş birinin aday gösterilmesi problem değildi ama o adaya oy vermemek ihanetten sayılmaya başlanmıştı. Korkunçtu.

Ee, tabi çoğu kişi sustu. Ne demişti Kılıçdaroğlu: "Tanıdıkça seversiniz". Sevilmiyordu sadece susuluyordu sebebi çaresizlik. Belli ki görücü usulü olacaktı bu evlilik. Ten uyuşmazlığına gelene zihinsel uyuşmazlıklarımız vardı... İki küçük örnek verelim:
İlk örnek İhsanoğlu'nun Sivas Katliamı hakkındaki konuşması. Sordular Beyefendiye "Ne düşünüyorsunuz bu konuda?" diye. İhsanoğlu saydı: "31 yıl önce" dedi Sivas için... Sonra düzeltti, "21 yıl önce yaşanmış bu elim olay" gibi bir cümleyle. Devam etti: "30 kadar vatandaşımız öldü" dedi. Oysa öldürülen 33 kişiydi. 2 katil de öldürmeye çalışırken canları'mızı, kendi kendini öldürmüştü. "Hukuki süreç devam ediyor" dedi İhsanoğlu. Oysa hukuki süreç çoktan bitmişti. Hatta Tayyip Erdoğan "Hayırlı olsun" dileklerini bile iletmişti, zaman aşımı nedeniyle biten bu davada. Sivas açıklamasında 'tahrik' kelimesini kullandı İhsanoğlu. Oysa Sivas Katliamına tahrik diyenler Sivas'ı yakanlardı. Elbette bu Cumhuriyet Halk Partisi'nin böyle bir adayın etrafında toplanması mümkün değildi.

İkinci örnek İhsanoğlu'nun, Uğur Dündar'la yaptığı televizyon programı. Orada İhsanoğlu, dilinden düşürmedi: "Sayın Mursi, Sayın Mursi, Sayın..." Hatta Mursi'nin kitabına önsöz yazdığını bile söyledi İhsanoğlu. Kitap yazmış olanlar bilir, bilmeyenler de zaten tahmin edebilir, önsözler muhabbette olunan kişilere yazdırılır. Yani elin adamı, uzak bir tanış yazmaz önsözü. Dolayısıyla Kılıçdaroğlu'nun Cumhurbaşkanı adayının arkadaşı Mısır'a şeriat rejimini getirmeyi amaçlayan, şerri hükümlere dair yasalar yapan, hatta topraklarında ölmüş eşlerle cinsel ilişkiye girilebilmesi gibi nekrofolik hastalık tartışmaların yaşandığı Mısır'ın 'sultanı'ydı. Yazmadan geçmeyelim: Bana arkadaşını söyle ...

Günler böyle ilerlerken "İhsanoğlu'na oy vermeyeceğim" diyenlerin kurşuna dizilmesine de ediliyordu. Oy vermemeyi düşünenler, muhtemel bir mağlubiyetin adresinde oturmayı da göze alamıyordu. Çünkü kaybedilecek seçimde öncelikli olarak saldırılacak/ suçlanacak kişi/ kişiler Kılıçdaroğlu ve Bahçeli'yi protesto edip, İhsanoğlu'na oy vermeyecek kişilerdi. İşte bu trafik arasında İhsanoğlu, Napolyon'la Atatürk'ü bir tutuyor! Atatürk'ü 'mesele' olarak nitelendiriyordu. Dahası Atatürk'e ilişkin temel eğitim almış ve orada kalmış kişiler düzeyinde cümleler kurup, bu cümlelerle  'aydınlarımızı', çaresizlikleri/ saflıkları oranında mutlu ediyordu.  Hatta durum o kadar vahimdi ki, İhsanoğlu 'Atatürk' dedikçe bazıları "Bak Atatürk dedi" diyordu... Akıllarınca "Asrın Lideri"nin Atatürk'e, Gazi Mustafa Kemal demesiyle karşılaştırıyorlardı. Bununla birlikte adaylık başvurusu için verilen süre tamamlandı. Cumhurbaşkanlığı yarışında Cumhuriyet rejimine layık olma noktasında birbirini aratmayacak üç aday çıktı ortaya. Sebebi ne olursa olsun gerçek çatı adayını ortaya çıkarmak için 20 imza toplanamamıştı.

Yapılacak çok bir şey kalmamıştı. Seçimleri boykot etmeyi planlayan pek çok yurtsever, kendilerine Kılıçdaroğlu ve Bahçeli tarafından atılmış bu kazığın hesap sorulma yeri ve zamanının Cumhurbaşkanlığı seçimleri olmadığını, daha sonra -ama mutlaka- hesap sorulması şerhiyle, söylüyordu...

Kadir Cangızbay'ın "onurlu durma"yla ilgili çok güzel bir metaforu var. Mealen kısaca aktaralım. Fransa Cezayir'i işgal ediyor. Cezayir topraklarında, Fransızca konuşmayı şart koşuyor, Fransızca konuşmayan Cezayirlilere kamu hizmetleri verilmiyor... O sırada Cezayir'de vatansever, iyi bir ayakkabı ustası yaşıyor. Bu adam Fransızca bildiği halde tek kelime konuşmuyor, konuşmayı reddediyor. Bu reddiye nedeniyle neredeyse hiç iş alamıyor fakat bunu sorun etmiyor... Ama gelin görün ki, bizim ayakkabı ustasının kızı bir gün çok ama çok hastalanıyor. Biricik kızı... Hastaneye götürmezse kızını, çocukcağız belki kollarında can verecek; gitse Fransızca konuşacak... Adam hastaneye giderse kızını kurtarmak uğruna bile olsa Fransızca konuşan bir 'alçak', gitmese kızının katili, 'onurlu' bir baba olacak.
Marx'ta aynı çelişkiyi yaşıyor vakti zamanında... Paris Komününe katılmamasının öz eleştirisini daha sonrasında veriyor: Mücadelenin içinde olmadan mücadeleye yön veremezsin... Günümüzün ilkel ve sığ "oy vermezsen şikayet etmeyeceksin" diyen Ahmet Hakan mantığının tarihteki büyük ve kompleks felsefi duruşu...

İlkeli olmasan mesela... Sende ahlak olmasa, birilerinin bölge gözetmeksizin kılı olabilsen ya da bir makam bir mevki derdin olsa; hiç olmadı 2 kuruş girsin cebime desen, anlarım. Hayat çok daha basit ve nettir senin için. Yaşarsın çıkarların doğrultusunda, onlar neyi gerektiriyorsa...

Ya da bizim gibisindir hayatta. Avuçlamamak için pisliği, bin dereden su getirirsin, o kadar ağır basar ki aklın ve vicdanın, miden kaldırmaz konuşulanları. İlkelerin! Dünya görüşün, hayatından belki de gözünü bile kırpmadan verdiğin yıllar... Onlar işte ağır basar da türlü türlü savunulara girersin, yapacağın çirkin işi vicdanına, aklına kabul ettirmek için. Kızının ölümüne seyirci kalamayan adam gibi gidersin onurunu iki paralık edip... 

Bazı şeyler mideni bulandırır ve o şeyleri isteyerek değil acı çekerek, sessizce yaparsın/ oy verirsin.