El, kol, bacak, kafa; ille de kafa... Evet, her iki omzun üstünde yükselen dikikten söz ediyorum. İçi boş olanlara, "aklını başına al!" diyerek, işin içine bilgili olmayı ve düşünmeyi koyarak adını "baş"a çevirdiğimiz yerimizden.
                *
Adı kurban olan bir dini bayramı daha geride bıraktık. Gazeteler; kurban bayramı dinlencesinin ilk gününden son gününe trafik kazaları haberleriyle doldu taştı. Pek çok zamansız ölüm insanları yolda yakalamıştı. Yine gazeteler bu haberlerin yanı sıra kurban keseceğim derken elini, kolunu, bacağını kafasını yaralayanların haberlerini de ön sayfalarına taşıdı. Niye kurban edeceğimiz hayvanı doğru dürüst kesemiyor, kendimizi de tehlikeli biçimde yaralıyor; gazetelerle tv.'lere haber konusu oluyorduk?..

Oysa biz yüzyıllar boyu köyünde, kasabasında, kentinde hayvanıyla birlikte yaşamış topluluğun bireyleri değil miydik?.. Üstelik hâlâ daha yaşamıyor muyuz?

Duayenimiz Yazar Demirtaş Ceyhun'un belirttiğine göre; Osmanlı'nın Roma İmparatorluğu'ndan aldığı Hıristiyan uyruk bu coğrafyada tarımla uğraşırken, Asya'dan gelen Müslüman uyruk ise (yani atalarımız, yani kurban bayramlarında ölümüne kesim işine girerek savaştan yara bereyle çıkanların da ataları) aynı coğrafyaya at, koyun, keçi, katır ve deveden oluşan hayvan sürülerinin ardından göçüp gelmişlerdi oysa. Üstelik bu hayvanları da evcilleştiren yine Orta Asya'daki atalarımızdı. (Bu arada sığır yetiştirme kültürümüzün bu kültür içerisinde yerinin olmadığını da yine saygın araştırmacıların verdiği bilgiler olarak buraya not düşelim.)
         
Kurbanını keserken niçin kendisi de ölümcül yaralar almak durumunda kalıyor Müslüman ahalimiz, konuya şöyle bir sallanalım, kaşığımıza ne düşecek bakalım:
                
Bunun bileşkesini yakalamak adına hemen ilk tümcede, "bugüne değin kendisini yönetsin diye başına geçirdiği kadrolara bak, anlarsın!" kestirmesinden gidip siyasetle senli benli olmaya niyetim yok şimdilik, diyelim ve sürdürelim:

"Bir Çift Öküz" sahibi olup, onunla sürerek tarımsal faaliyetimize mekan eylediğimiz toprağın mülkiyetine hemen geçiş sağlayabilmiş bir özelliğimiz yok, evet yok!

Nasıl olsun ki?

"Çünkü, bilindiği gibi Osmanlılarda, bugünkü anlamıyla (kapitalist) özel toprak mülkiyeti hakkı ilk kez, 1858 yılında çıkarılan Arazi Kanunnamesi ile tanınmıştır." (Demirtaş Ceyhun, Türk Edebiyatındaki Anadolu, Sis Çanı Yayınları) Buna karşın Anadolu'daki ilk kadastro çalışması ise yasanın çıkmasından kaç yıl sonra olmuştur dersiniz? Tam 54 yıl sonra, 1912'de. Uyum çeşitli nedenlerden dolayı bu denli geçtir kısacası tıpkı matbaanın topraklarımıza girişindeki 250 yıllık gecikme gibi.
               
Sonra?
                
Sonra köyden kente göç, kentli olamamak; merkezi ve yerel yönetimlerden kaynaklı ihmaller, görmezlikler, ödünler, suistimaller vs vs vs. Öyle bir abanmışız ki canım Anadolu'ya (tabii Osmanlı yıkılınca Bağımsızlık Savaşı sonucu elde ettiğimiz Anadolu'nın dışındaki tüm topraklar bizden kurtuldu) o kadastral işlemlerdeki geç kalmışlığımızın acısını pek güzel çıkartmışız, hâlâ daha çıkartmadayız üstelik. Bu acı çıkartmadan köy de, kent de, dağ da, mera da, kıyı da, göl, akarsu da payına düşeni aldı, alıyor.  
                
Sonra?
                
"İşgal et, ettiğin yer senin"le mülkiyet duygularına perçin atılan toplumun bireyleri; bağırıp çağırmalara, zor bela çıkartılan yasalara karşın her yeri mezbaha eylemesine karşın iki omzunun üstünde yükselen dikikin içini doldurmaya, yani "aklını başına almaya" bir türlü eğilim göstermediği için boğazı kesilen kurban, intikamını öyle bir alıyor, son dakikada öyle bir çifte sallıyor ki, sanırsın o insanımızda olmayan akıl kesilen kurbanın kafasının içinde ve soluğunun son saniyesinde bile işliyor...
                  
Ne diyelim!