Geçen Cuma Ankara'da bir yağmur yağdı. Hayat felç oldu, haberlere göre 164 araba pert oldu.
Üç vatandaş ağır yaralandı. Hatta bir de can kaybı olduğu söylendi. Şahsen uzun zamandır haberleri, magazin olduğunu düşünerek dinliyorum. Neyin ne, ne kadar doğru olduğunu bilmeyerek. Aynı gün yine televizyonda bir yetkili şöyle dedi: "500 yılda bir olan bir felaket yaşadık". Yerseniz. Acı tarafı, yiyoruz. Önümüze ne konursa, ne söylenirse. Uzun zamandır ne duyarsak, işitiyoruz o kadar. Ondan sonra da "Ay inanmıyorum, bu kadar olamaz". Artık haber dinlemiyorum, bu kadarı olamaz gibi kendi kendimize, birbirimize yorumlar yapıp, yorumlarla sorumluluğu attığımızı, vatandaşlık görevimizi yaptığımızı düşünüp üç maymunu oynuyoruz. Sonra ters dönen her şeyin altında kaldıkça bize, çocuklarımıza, hayatımıza çöken karanlık bizleri sardıkça, kimimiz bir şeyler yapmalı derken kimimiz yabancı ülkelerde mülk kimlik edinmenin yollarını arıyoruz. Tam bir akıl tutulması. Ülkene, insanına, toprağına, işine, sahip çıkmak yerine bu topraklardan, insanlarından, imkanlarından edindiklerini sat sav git başka bir ülkenin imkanlarına kat. Hiçbir zaman öz olamayacağını düşünmeyerek. Senin yapmadığını yapan insanların arasına karış, hazıra kon, oradaki beklentileri karşıla. Vatanında elini taşın altına koyma, gurbette kayaları kaldır. Hani dedi ya bir yetkili 500 yılda bir gelen felaket.
***
Ben daha yakın tarihten bir saptamayı sizlerle paylaşmak istiyorum. Doğru düşünceyle yürekliliği birleştiren, elini taşın altına koyan, bedelini hayatı ile ödese de bize ışık birçok makale, kitap bırakan Uğur Mumcu. Ülkesini çok seven, insanlarına güvenen.
Evvelki akşam, paylaşılan bir konuşmasını izledim, 25 yıl öncesi bugünlere ışık tutan.
Konuşmasının başında şöyle diyor: Türkiye Cumhuriyeti kuruluşunda bir hukuk devrimi yaptı. Önünde iki yol vardı, ya Batılı ülkeler gibi laik sistem ya da şer-i sistem. Atatürk ve düşün arkadaşları laik sistemi seçtiler. İsviçre'den medeni kanunu, İtalya'dan ceza yasaları, Almanya'dan ceza mahkemeleri yargılama, Fransa'dan idare hukuku kanunlarını aldılar.
O yıllarda bir gülmece dergisinde yer alan bir yorumda "Türk kime denir? İsviçre kanunlarına göre evlenen, İtalya ceza yasalarını uygulayan, Almanya ceza mahkemeleri kanunlarına göre yargılanan, Fransa idare hukukuna göre yaşam süren İslam hukukuna göre gömülendir". Bu yolda 1928'de anayasada devletin İslamcı devlet söylemi kaldırıldı. 1930'da okullardan din dersi kaldırıldı. 1939'da köy okullarından din dersi kaldırıldı. Dünyadaki devlet idarelerine bakarsanız ya teokratik ya da laiktir. Karma ekonomi gibi, karma idare olmaz. Mustafa Kemal ve arkadaşları laisizmi benimsediler. Yönetimde laisizmi, eğitimde köy enstitüleri modelini. Ancak 1940'larda dünyada oluşan çalkantılar nedeni ile Türkiye bir denge politikası izlemek zorunda kaldı. 1949 CHP din derslerini tekrar kabul etti, bu onu kurtarmadı yıkıldı. 1957 Demokrat Parti Said-i Nursi'nin cüppesini bayrak yaptı, siyasette yıkılmaktan kurtulamadı. 1960 Süleyman Demirel Nurcuların, tarikatçıların, sakallıların sakallarını okşadı. Hac seferlerini düzenleyen ANAP ne oldu? % 20'ye indi. Halk din sömürüsünü affetmiyor."
***
Tüm konuşmayı köşeme sığdırmam mümkün değil. Ama analizim şu: 1983'ten 2018'e kadar aynı amaçları güden olayları değişik versiyonlarda tekrar tekrar yaşadık, yaşıyoruz.
Hepimiz ve bugünlerde ışıklara kapadığımız gözlerimiz, bilgilere kapadığımız aklımız, daldığımız bencillik, bireysel ikbal hesaplarımız, daldığımız daldırıldığımız atalet.
Sonrada umarsızca şikayet. İstisnalar kaideyi bozmaz derler ama gördüğüm darmadağınıklık. Bugünlerde bir uyanma birliktelik olsa da, çarçur edecek bir diğer 25 yılımız yok.
Korkunun da ecele faydası yok, yarınlara...