“Hep denedin, hep yenildin. Olsun. Yine dene, yine yenil. Daha iyi yenil.” İrlandalı oyun yazarı Samuel Beckett’in bu sözünü okuyana kadar bilmezdim yenilmenin bu kadar ilahi bir anlamı olacağını. Doğrusu, insanın sadece bu nedenle bile hep yenilesi gelir, sanki kazanmaktan daha onurluymuş gibi yenilmek, ama daha iyi yenilmek ve daha da onurlu olanı ise yeniden deneyebilmek..Bir zamanlar da bir başka yazar Bernard Shaw’da “Brahms’ın requiem’i o kadar güzel ki insanın ölesi geliyor” diyerek beni etkilemişti. Sonra gidip yazarın sözünü ettiği  Brahms’ın 45 numaralı requiem’ini baştan sonra kadar dinleyerek buna değip değmeyeceğine karar vermeye çalıştım. Sonrasında ise Haydn’ın Yaratılış adlı senfonisine  sığınmak zorunda kaldığımı hatırlıyorum. Artık her yenilginin ardından  hiçbir şey olmamış gibi hadi bir kez daha deneyelim demenin ulvi anlamı artık ruhlarımızda iz bırakıyor, tıpkı şairin dediği gibi;  Sonsuz kareli bir film gibi- Yaşamım geçiyor belleğimden-Tekrar etmek duygusu- Her şeyi yeniden, yeniden...

Bu seçim sonuçları Demokratların ne ilk yenilgisi ne de son yenilgisi olacağa benziyor. Doğrusu Demokratlar hep yeniliyorlar ve  yeniden deniyorlar, sonra yeniden yeniliyorlar, ama yazar da öyle diyor zaten, olsun diyor; yeniden dene, bir kez daha dene  ama bu kez daha iyi yenil..Ve  gerçekten de öyle oldu; Demokratlar bu kez daha iyi yenildiler.Soru şu olmalı: Bir taraf yenildiyse öteki taraf kazanmış mıdır? Teknik anlamda öyledir ama demokrat lidere göre onlar da kaybettiler; yani muhafazakarların oyları 49% dan 42 % ye gerilediği görülüyor. Demek ki daha iyi yenildik söylemi işte burada gerçekleşiyor ; öte yandan muhafazakarlar da daha iyi kazanamamış oluyor. Bir gazeteci soruyor bu esnada; rakibinizi tebrik edecek misiniz? Demokrat lider “Demokrasiye inanmayan birinin bu nesini tebrik edeyim?” diyerek cevaplıyor bu soruyu. Bu esnada Demokratların bir başka eleştirisi ise bu yarışın adil olmaması üzerine kurulu. Yani yaklaşık 2 ay içinde “bizden bu kadar” diyorlar. Bunca yıl pek de bir şey yapamadık ama bir lider kazandık diyerek teselli ediyorlar kendilerini. Aslında bunu bu şekilde dile getirmek elbette var olan lidere saygısızlık olmasının yanı sıra  onun liderliğini tartışmaya açmak anlamını taşıyor ama her şeye rağmen demokrat seçmenler yeni başkan adayından memnunlar. Kaybetti, ama olsun, bize heyecan verdi; üzerimizdeki ölü toprağından silkinmemizi sağladı ve bize geleceğe dair umut verdi  diyerek  dokuz ay sonraki yerel seçimlerde daha iyi yenilmek için umutlarını koruyorlar.
Muhafazakarlar açısından ise her yerde zafer var. Zaferden herkesin başı dönüyor, parlamentoda çoğunluğu kaybetseler  de aşırı milliyetçiler  ve  iktidardaki parti el ele kol kola bize güvenin mesajı veriyorlar. Aslında bu süreçte  yaklaşık 15% lik bir oy oranına sahip eski efsane milliyetçiler  ise doğru ata oynamış gözüküyorlar. Öte yandan demokratların başkan adayı ise seçimde oylar çalınmıştır ama bu aradaki büyük farkın sonuçları  etkileyecek düzeyde olmadığı için önemli değil diyor; doğrusu bu çok da hafife alınacak bir iddia değil bu, üstelik  bunu kanıtlayabilirlerse  eğer-ki bu eğer çok önemli; seçimler yenilenebilir de ama  herhalde yenilense bile demokratların başkan adayı , bu halk o kadar çok oyu  ne  bana verir  ne de partime diyerek bu işi fazla uzatmak niyetinde değil. Oysa bir hırsızlık varsa bankadan 10 TL da çalsanız 1 milyon da çalsanız fark etmiyor hukuk sistemine göre bu ağır bir suç ve cezası da bellidir.

Daha öncede milliyetçi cephe adı altında hükümetler kurulmuştu ama o zamandan bu yana ülke başkanlık seçiminden önce seçmenler olarak ilk kez ikiye bölündü. Bir tarafta iktidar partisi ve ona destek veren milliyetçi başka bir parti kendilerine “Cumhur ittifakı” derken,  ana muhalefeti temsil eden demokrat bir parti  ile  yeni milliyetçi hareketi temsil eden bir parti, bülkede kendilerini  Kürt olarak tanımlayan insanları temsil eden bir parti, eski bir sosyalist parti ve yine eski bir din kökenli bir başka muhafazakar partinin oluşturduğu “Millet ittifakı” vardı. Bu durum 1861’ de ABD deki iç savaşta ortaya çıkan ve 4 yıl süren Kuzey-Güney kutuplaşmasına benzer bir süreçti. Orada savaşı Kuzeyliler kazanmıştı, bugün 2018 yılında  on binlerce kilometre uzakta bir başka ülkede bu kez politikada  benzer bir  savaşı Cumhur ittifakının kazandığı ilan ediliyordu. Millet ittifakının liderleri bu savaşın adil olmadığını ancak yine de kısa bir zaman diliminde başarılı olmak için ellerinden geleni yaptıklarını söylerken, miting muharebelerindeki kalabalıkların fazlalığına ve coşkusuna bakarak olası bir zaferin hayali ile seçim sonuçlarını beklemişler ancak kalabalıklar onları yine yanıltmıştı.
 

Bu hayal kırıklığı belki sıradan bir vatandaşın zihninde halk tabiri ile söylersek “ Ne haliniz varsa görün” şeklinde bir ifade ile açıklanabilirse de halkın gözünde  idol olmuş bir liderin gözünde yenilgiyi onurlu bir şekilde kabul etmesinin yanında doğaldır ki; benzer bir şeyi söylemek istese de söyleyemezdi.Tıpkı Napolyon’un 1812 yılında yapılacak en büyük hatayı yaparak  Rusya’nın içlerine kadar ilerledikten sonra geri çekilirken 600 bin askerden sadece 100 bin askerle Fransa’ya döndüğünde, yaşanan trajedinin gerçek nedenlerinin en azından Paris’e geri dönene kadar gizli tutulması gerektiğinin farkında olmasına benzer bir durumdu; öyleydi; çünkü kendisi oraya ulaşmadan bir devrim yapılmasından çekiniyordu. Sırdaşı Coulaincourt Markizi’ne dostça şunları söylemişti: “Fransızlar kadınlar gibidir.Uzun süre başıboş bırakılmaya gelmez.”Kimbilir belki seçmenler de uzun süre başıboş kalmışlar ve  ancak iki ay içinde onları motive etme çabası boş bir hayalden ibaretti.

Sıradan insanların böyle anlarda herhangi bir olmanın keyfini ve özgürlüğünü yaşayabilmesi eğlencelidir. Sıradan bay ve bayan hiç kimselerin ağlanıp sızlanırken istedikleri cümleleri kurabilme özgürlüğü onlara melankolinin keyfini sürebilme şansı verir, ama demokrat politikacıların, şimdi yakacakları ağıtları olabildiğince süslü ve onurlu bir şekilde ifade etmeleri gerekiyordu  ve öyle de yaptılar.
Buradaki yanılgılardan birisi toplumun bir kesiminin tüm umudunu tek bir kişinin zaferine bağlamasıdır. Çünkü bir kişinin kazanması  ya da başka bir deyimle bir başkasının kaybetmesi onların kendilerini daha iyi hissetmelerine neden olacaktı  ama olaylar akıp giderken kaybedenlerin  sanki kabahat işlemiş  çocuklar  gibi  bağışlanmayı dilenmesi hiç de adil gözükmüyor. Bu seçimle birlikte  Demokratların bir bölümü artık yeni liderimiz bu kişi olsun derken, o liderin de kaybetmiş olduğunu unutmuş gözüküyorlar; ancak eski liderlerine göre gelecek sefere daha iyi yenileceklerine olan inançları tam..
Demokratların oy verirken daha çok yaşam felsefesi ve hayat tarzı ile ilgili olarak motive oldukları, muhafazakar kesimin ise bunun tam tersi güdülerle hareket ettiğini varsayabiliriz.  Ancak, sonuçlar; tüm kesimlerden iktidara ve adayına  giden oyların yarıya yakın bir yüzdesinin  yüzer-gezer oylar olduğunu düşündürtüyor bana. Anlaşılan  belirli bir felsefe ile hareket etmeyen kararsız  seçmenler kısa vadeli vaatlerden oldukça etkileniyorlar. Nitekim yapılan son  Afrin savaşının başarılı geçmesi ve seçimden önce de ordunun terörist hedeflere yaptığı  saldırıların zamanlaması, bayramın hemen öncesinde verilen paralar, para ile askerlik vaadi, hatta belki bir af beklentisi, memur katsayıları, imar affı ya da barışı ve bugüne kadar tüm yapılan alt yapıya yönelik yatırımlar, sanırım can derdindeki seçmeni etkilemişti. Türkiye’de seçmeni belki de bu yüzen can derdinde olanlar ve olmayanlar bir de para ile kavgasını bitirmiş olan kesimler diye üç grupta toplayabiliriz. Tüm bu veriler seçimlerin kaderinin  can derdinde olan her sosyo-ekonomik kategoriden  seçmenler tarafından belirlendiğini görüşümüzü destekler niteliktedir.

“İktidarın ardından, ona uygun düşen her evrede, aczi tatmak; her eski zaferin yerine yeni yenilgiyi geçirmek; kendi zayıflığından güç almak; böylesine yitikken, kendini yeniden kazanmak” Böyle yazmış Elias Canetti.  İktidarın ardından- diyor ama yenilgiyi zaten tatmış  muhalefet adına bizimle aynı fikirde diyebiliriz; yani kendi zayıflığından güç almak şeklindeki ifade her zaman ilgi çekicidir; çünkü zayıflık olarak görülebilen bir şeyin aslında özgürlüğün ta kendisi olabileceği kurgusu insanı daima heyecanlandırır, ancak egoların savaşında zayıflığı teşhis etmek o kadar da kolay değildir. Bununla birlikte  ne kadar hüzünlü ve kederli  olsalar bile, bazı ifadeler o kadar net bir şekilde gerçeğe dokunuyor ki; doğrusu onların bazıları  aleyhime bile söylenmiş olsalar, güzel kurgulanmış cümlelere karşı olan hayranlığımı saklamayacağım.
Aslında demokratların bu günah çıkarma ritüelleri hüzün dolu olsa da ben- daha iyi yenilmek kavramının çok iyi anlaşılmadığı kanısındayım. Çünkü bilinenin aksine mutlak bir zafer yoktur ve her zaferin içinde yine de  bazı kayıplar vardır; çünkü özellikle politik arenada kazanmak için  bazı tavizler verildiğini varsayabiliriz. Şimdi muhafazakarlar için gelecek sefere daha iyi yenilmek, çok daha kolayken;  daha iyi kazanmak o kadar kolay değildir ve  eğer daha iyi kazanamazsanız, bu da çok büyük bir yenilginin başlangıcı olabilir, çünkü adil bir yarış söz konusu değilken, adaletin terazisinde yaşanacak en küçük bir sapmanın bir gün gelip de kendilerini vuracağını yine  en iyi bilecek olanlar, liderin kendisi olduğu kadar onun yanında kalmayı seçen  zafer sarhoşu  yoldaşları olmalıdır.Neden böyledir bu? Bunun cevabı kahinin sözlerinde gizlidir. Çünkü o gün senatoya gelmemesini söyleyen kahine “Bak dediğin gibi olmadı diyen Sezar’a kahinin cevabı şuydu:  “ Ama gün henüz bitmedi”

Voltaire hükümetler haksızken haklı olmak tehlikelidir demişti. Şimdi demokratların haklı olup olmadıkları tartışmasında bu olgu en önemli çıkış noktası bu olabilir mi? Burada haklılığın ne olduğu bir yana, buna karar verecek olanın iktidar sahiplerinin olması demokratları ürkütüyor; nitekim adaletin sağlanması konusunda getirilen en ciddi eleştirilerden biri de haklılık kavramına yönelikti  ve doğrunun ne olduğu konusunda hiçbir konuda yüzyıllardır bir uzlaşma sağlayamamış doğu toplumlarında  şimdi buna  iktidarın hatta bir kişinin karar verebilme gücünü elinde bulundurduğu iddiası doğal olarak  can derdinde olanlardan çok entelektüelleri kaygılandırıyor. Eleştirilerin tarafları da bu iddiaya karşılık kendilerini, ülkenin bağımsız yargıçları olduğu ve onların kararlarına saygı duyulması gerektiği şeklinde savunuyorlar;  ancak yargı sistemindeki en yetkili ağızların bile zaman zaman yargının bağımsız olmadığı şeklinde ısrarlı açıklamalarını sürdürmeleri kafaları iyice karıştırıyor. Tüm bunlar olup biterken halkın can derdinde olanları ise ilahi adalete olan güveni sürüyor.
Bu noktada; ABD de  1776 yılındaki bağımsızlık savaşı esnasında deneyimsiz bir ordunun başına getirilen ve daha sonra 1789’ da ABD’nin  tarihinde oy birliği ile seçilen tek başkanı ünvanını alacak olan George Washington’un şu sözlerine kulak verelim: “Ya hepimiz yan yana dururuz ya da hepimizi yan yana asarlar..”

Bu sözler bundan sonraki dönemde Türkiye’de  de   Demokratlara ışık tutacak gibi gözüküyor ancak  bu noktada  gözden kaçırılmaması gereken detay ise ; tam ve kesin bir başarı için sadece nicelik üstünlüğün yeterli olmayacağı gerçeğidir.