Bir gözüm Türkiye'de gelecek Pazar yapılacak seçimlerle ilgili iken, diğer gözüm bu köşenin adına uygun olarak dışarıda idi.

Yeni Zelanda gibi suçun en düşük noktada olduğu (Yaklaşık 5 milyon nüfustan suç sonucu ölümler yılda 700'ün altında) olduğu bir ülkede tüyler ürperten ve sosyal medyada maalesef naklen yayınlanan terör, Türkiye dâhil tüm dünyayı sarstı. Ancak dünyada beyaz ırkın üstünlüğüne inanan büyük bir ilkel güruh göçmenlere karşı saldırılarını daha da hızlandıracak gibi görünüyor.

Bu konuda The New York Times gazetesinde Laila Lalami adlı bir roman yazarının 'Ben bir göçmenim. Bir gün siz de olabilirsiniz başlıklı bir yazısı yayınlandı. (Saygı duyduğum ve beğendiğim bir yazar. The Moor's Account (Mağribinin Ağzından) adlı tarihsel gerçeklere dayanan romanını okudum. İspanya'dan Kral adına Kuzey Amerika'nın Güney Doğu kıyılarını istila etmek ve varlıklarını ele geçirmek için gemi ile yola çıkan 600 kişilik ve 100 atlık fetih grubunun ayak bastıkları Florida'da başına gelenleri anlatıyor. 1527 yılında başlayan yolculukta bir yıl içerisinde topraklarını savunan yerlilerin karşı saldırıları, kazalar ve açlık sonucu 4 kişi hariç hepsi ölüyorlar. Sadece yolculuğun Kral murakıbı Álvar Núñez Cabeza de Vaca, Alonso del Castillo Maldonado adında bir asil, Andrés Dorantes de Carranza adlı bir genç gezgin ve Dorantes'in Mustafa (Mustafa ibn Muhammad ibn Abdussalam al Zamori) adlı Mağribi (Faslı) kölesi canlı kalıyor. Hikâye de asillerin adını İspanyollaştırmak için Estabanico diye hitap ettikleri Mustafa'nın ağzından anlatılıyor.)

Lalami özetle şöyle diyor:

Ben de 20 yıl önce ABD'ye gelen Faslı bir göçmenim. Üniversite için geldim, bir gence âşık oldum. Hem akademik hem de edebiyat dünyasında başarı kazandım ve kaldım. Bu ülkede here türlü iyiliği ve her türlü kötülüğü gördüm.

Göçmenler ülkesi Amerika da durum değişti. Dünya'da bir taraf (aşırı sağcılar, beyazların üstünlüğünü savunanlar, ırkçılar, faşistler) göçmenleri her türlü kötülüğün kaynağı, yerli nüfusun ekmeğini çalan düşmanı ve yasal olmayan işlerin mayası olarak görürken; karşı taraf (demokratlar, liberaller, azınlıklar) ise göçmenleri bu ülkeye taze kan, akıl, yenilik, yaratıcılık, çalışkanlık, fedakârlık ve şan getiren kahramanlar olarak görüyor.    

İkisi de yanlış. Bir göçmen ne düşman ve kötüdür ne de kahraman...

Göçmen, ana baba topraklarını siyasi ya da başka nedenlerle korkudan veya ekonomik sıkıntı ve fırsatsızlıktan göç etmek zorunda kalan bir 'İNSAN'dır!
Bunu böyle tanımlayamayan ve özümseyemeyen dünya daha büyük şiddet, dehşet ve zorluklarla karşılaşacaktır.

Doğasına bile saygısı olmayan insan yüzünden iklimler değiştikçe göç artacaktır. Kuraklık ve afetler arttıkça rahatı bozulan insan daha verimli ve ılımlı alanlara göç edecektir. Eğer dünya uyanamazsa bu göçler daha büyük çatışmaların ve dökülecek kanın başlangıcı olacaktır.

Diyor ve uyarıyor Faslı Amerikalı Lalami...

Dikkat ediyorum, Türkiye'nin de göçmenlere pek hoş görüsü yok. Suriyeliler önce göçmendi şimdi bir an önce dönmesi beklenen ve istenmeyen konuklar.
Almanya da bunu yaşadı yaşamaya devam ediyor. Onlar göçmenleri kendi istemişlerdi. Alman nüfus yaşlanıyordu ve en alt işleri yapacak çalışkan, genç insanlara yani işçilere ihtiyaç vardı.

1961 yılında 450 kişilik ilk işçi grubu Haydarpaşa Tren İstasyonu'ndan Almanya'nın Düsseldorf kentine hareket etti. Türkiye'nin köylerinden Almanya'ya oluk oluk işçi aktı.

İlk etapta 6 bin 500 işçi talep eden Almanya'ya ilerleyen yıllarda yüz binlerce Türk işçi ve aileleri göç etti. Kısa sürede 1 milyonu ve sonunda 3 milyonu aştı.  

Almanlar, gelen Türk işçileri bekledikleri gibi buldular: Genç, dinamik, çalışkan fazla niteliği olmasa da çabuk öğrenen. Ancak fark edemedikleri şuydu: Göçmen işçiler Türkiye'de köyden şehre göç etmeden Almanya'nın şehirlerine göç etmişlerdi. Kültürel uçurum vardı.

'Alman' olamıyorlardı. Türkler giderek kendi gettolarına çekilip geldikleri köylerdeki gibi yaşamaya, para biriktirmeye başladılar. Sonra çocuklar... 2. kuşak... Ve sorunlar...
Koç Grubu'nu temsilen ailecek Frankfurt'a gittiğimiz 1979 yılında Efe 1, ben ise 3 yaşındaydım. 3 yıl kaldık.  

Babamın anlattıklarını tam hatırlamıyoruz. O ise hem köşesinde yazdığını hem de anılarına eklediğini söylüyor. Şöyle anlatmıştı:

Bir az da Koç Grubu'nun güç ve statüsünü temsilen Frankfurt'ta zengin bir mahallede güzel bir evde (Jugendstil mimaride görkemli bir villada) oturuyorduk.
Süper marketler çok gelişmemişti. Köşedeki bakkaldan alışveriş ediyorduk. Konuşmalarımızda daha hâkim olduğumuz İngilizceyi kullanıyorduk. Bakkal, Efe ile Tarık'a bayılıyor her alışverişte yanaklarını okşuyor, onlara armağanlar veriyordu. 3-5 alışverişten sonra dayanamayıp sordu: Durun bakalım bilebilecek miyim? Siz İngiliz'siniz... Yok, yok Kanadalı... Ya da Amerikalı? İrlandalı?

Bakkala Türk olduğumuzu söylediğimizde tılsım bozuldu. Suratı birden asıldı... Oraya bir daha gitmedik.

Almanya'da Türkler için 'Gastarbeiter' (Konuk İşçi) sözü gitmiş artık kötü sıfatlar eklenmişti.

Anneanne de bizler ile birlikte yaşıyordu Frankfurt'ta. Tarık'ı alıp tramvaya biniyor, gezdiriyordu.  Tarık Alman anaokulunda idi ama durumu kavramıştı. Bir tramvay yolculuğu sırasında anneannesinin kulağına usulca seslendi: Anneanne yavaş konuş. Türk olduğumuzu anlayacaklar. Almanlar bize kızacak...

Babamın bu anlattıklarına rağmen bizler yabancı olarak Almanya'da, göçmen olarak İngiltere'de sıkıntı yaşamadık. Ancak yaşananları ve yaşayanları çok iyi biliyoruz.  
İngiltere'nin Avrupa Birliği'nden kopmak istemesinin ardındaki sebeplerden bir tanesi de göçmenler. Üstelik sadece Hindistan, Pakistan, Bangladeş ya da Karaipler'den eski sömürgelerden gelen fakir göçmenler değil, Polonya, Romanya gibi Avrupa Birliği'nin diğer ülkelerinden gelen iyi yetişmiş, Hristiyan göçmenler de istenmeyenler arasında. Londra'daki Türk mafyası yüzünden Türkler sırada...

Bu gidiş iyi bir gidiş değil...

Aileyi, arkadaşı, komşuyu, dostu uyarma zamanı...