Bir deprem kuşağının üzerinde yer alan İstanbul şehrinde, geçmiş yüzyılların unutulmayan depremlerinden biri 10 Eylül 1509'da meydana gelen ve adına "küçük kıyamet" denen depremdir. Sarsıntıda, o çağda 160 bin kişinin yaşadığı İstanbul'da 5 bin kişi ölmüştü.

Eski deyimle "zelzele" veya "hare-ket-i arz", İstanbul halkının yakından tanıdığı bir doğa olayıdır. Genellikle her otuz yılda bir meydana gelen yer sarsıntıları yaptığı büyük tahribata rağmen toplumda köklü travmatik sıkıntılara neden olmamış, Osmanlı toplumu her depremden sonra "Allah'tan gelene itiraz edilmez" diyerek şehri yeniden inşa etmeye koyulmuştu.
İstanbul'un bin yıllık deprem tarihi listesinde yeralan en büyük deprem Osmanlı Sultanı İkinci Bayezid devrinde meydana gelen ve halkın "küçük kıyamet" adını verdiği depremdir.

Bolu'dan Edirne'ye kadar kendini hissettiren deprem en büyük hasarı camilere vermişti. 109 cami tamamen yıkılırken ayakta kalanların da tümünün minaresi tahrip olmuştu. 1070 ev yerle bir olmuş, şehri çevreleyen hisarın burçlarından 49'u yıkılmış yahut ağır hasar görmüştü.


15 günde ev yaptırdı

Depremde, Ayasofya Camii'nin fetihten sonra yapılan minaresi de yıkılmıştı. İkinci Bayezid'in Topkapı Sarayı'ndaki has odası çökmüş ancak padişah birkaç saat önce odadan çıktığı için ölümden kurtulmuştu. Deprem öyle bir korku yaratmıştı ki, İkinci Bayezid on gün kadar Topkapı Sarayı bahçesine kurulan bir çadırda veya "çatma evlerde" yaşadıktan sonra, şehri terkedip Edirne'ye gitmişti.

Bir süre sonra Edirne'de de deprem oldu. Mimar Hayreddin, 15 gün içinde padişah için Edirne'de ahşap bir ev yaptı. Padişah, bu ahşap evde kalmaya başladı. Aynı sene Edirne'de yine benzer şiddette bir deprem daha oldu.

Padişah vezirlerini toplayarak onları "Bu zelzeleler zulüm ve fesadınızdan mazlumların ahının sebeb olduğu gazab-ı ilahidir!.." diye azarlamıştı.

Depremden sonra toplanan Divan-ı Hümayun, sarsıntının izlerini silebilmek için her evden 22 akçe ek vergi toplanmasına karar vermişti.

Şehrin yeniden imar edilmesi için imparatorluk çapında harekete geçildi. Anadolu'dan 37 bin, Rumeli'den 29 bin işçi ve usta İstanbul'a getirildi. Padişah 66 bin işçi, 3 bin ustabaşı ve 11 bin ırgat görevlendirerek imar işlerini başlattı. Mart-Haziran 1510 tarihleri arasında hasarlar tamir edildi. Şehrin imarı için işçi ve malzeme temini zaman aldığından İstanbullular 1509 kışını derme çatma yapılarda büyük zorluklar içinde geçirdiler. İmar faaliyetleri 1 Haziran 1510 da bitirildi. İnşaatlar, bütünüyle Mimar Hayreddin'in nezareti altında yapıldı ve tamamlanmasından sonra hükümdarın emri ile üç gün ve gece, fakirlere yemek dağıtıldı.

İstanbul'da o sırada Bizans mimarisinin etkileri devam ediyordu. Evlerin çoğu en fazla üçer katlı taş binalardı. Bu yüzden yıkımın korkunç bir felakete yolaçtığını gören yönetim, binaların artık ahşap yapılmasına karar verdi. Anadolu'dan getirilen 60 bin işçi şehrin yakınlarında bulunan ve bugün "Belgrad Ormanı" denen yere götürüldü ve buradan temin edilen kereste, İstanbul'un imarında kullanıldı. Şehirde bugün de görülen eski ahşap evler, ilk defa o zaman ortaya çıkmıştı. Bu usul daha sonra tüm Batı Anadolu'ya yayıldı, gelenek oldu ve yüzlerce yıl "deprem önlemi" olarak işe yaradı. Ancak şehrin yakasını bu defa da yangınlar bırakmadı.

10 Eylül 1509 depremi sonucunda, ölenler arasında Osmanlı Hanedanı'ndan üç kişi de vardı. Vezir Mustafa Paşa ve emrindeki 360 süvari ölmüş, istanbul ve Pera'da hasara uğramayan hiçbir ev kalmamıştı. Deprem sırasında, şehir surları Eğrikapı'dan Yedikule'ye kadar yıkılmış, Edirnekapısı, Silivrikapı ve Yedikule gibi ana giriş kapıları ağır hasara uğramış, İshak Paşa Kapısı, Topkapı Sarayı'nın duvarlarının bir kısmı, Hastalar Kapısı ve Kayıklar Kapısı yıkılmıştı. Surlara yakın birçok ev denize batmış, İstanbul ve Pera'nın bazı bölgelerinde yerde yarılmalar, su ve kum fışkırmaları gözlenmiş, deprem sonrasında oluşan dalgalar surları geçmiş, Galata ve İstanbul'daki birçok duvarı aşmış ve hasar meydana getirmişti.


Cankurtaran'ın kaynağı


Yarımadanın güney kıyısında bulunan bir mahalle bu gün de "Cankurtaran" adı ile anılmaktadır. Burada "Bukoeon" adlı Bizans sarayından kalma yüksek duvarlar vardır. Gece saat 4,5'ta meydana gelen 10 Eylül 1509 depreminde Marmara Denizi'nde oluşan ve beş metreye kadar yükseldiği söylenen tsunami dalgalarının bu duvarları aşamadığı, halkın bunun üzerine mahalleye "Cankurtaran" adını verdiği anlaşılmaktadır.

İkinci Bayezid, 1509 depreminde kentin çeşitli yerlerine 400 kuyu kazdırmıştı. Çapları bilinen kuyulardan daha geniş olan bu kuyular, bir deprem önlemiydi.

Tarihler bu kuyuların faydasından söz etmektedirler. Kuyuların bazıları son zamanlara kadar hala duruyordu.
Hüseyin Hüsnü Gürel isimli bir mühendis, geçtiğimiz yıllarda Erzincan ve Marmara Bölgesi'ndeki doğalgaz varlığıyla ilgili olarak TBMM Başkanlığı ile Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı'na raporlar göndermiş, doğalgazın bulunduğu yerleri "düdüklü tencereye" benzetmişti. Yazılarında "Bir düdüklü tencerenin içine kum, çakıl ve doğalgaz koyup patlatırsanız üzerinde tren bile olsa havaya hoplatır" diyen mühendis Hüseyin Gürel, raporunda Osmanlı Padişahı ikinci Bayezid'in 1509 depreminde kentin çeşitli yerlerine 400 kuyu kazdırdığını ve çok az masrafla İstanbul'u bu deprem sarsıntılarından kurtardığını anlatıyordu.

Gürel, raporunda bu kuyular ile yeraltındaki düdüklü tencereye 400 delik açılmış olduğunu, kuyuların denge bacası görevi yaparak basıncı azalttığını söylüyordu. Raporda, Marmara Bölgesi ile Erzincan Ovası'nda 20, 30, 50 ve 100 metre gibi derinliklerde geniş çaplı kuyular kazdırılarak bu yerlerin az masrafla büyük afetlerden kolayca kurtarılabileceği uyarısında da bulunulmuştu.


Ayasofya'daki sistem


Deprem kuyularının, Ayasofya'nın altında da bulunduğu anlaşılmaktadır?"' Birkaç yıl önce gazetelerde yayınlanan bir haberde, İstanbul Teknik Üniversitesi öğretim görevlisi Dr. Çiğdem Özkan Aygün, Ayasofya'da zeminin altında su sistemleri bulunduğunu açıklamış ve şöyle demişti:
"Ayasofya'da tam sekiz adet kuyunun varlığını saptadık. Bunların tamamını inceleyeceğiz. Ancak, kuyuların bir bölümü çok dar, bu nedenle hepsine teker teker inmemiz mümkün değil. Şu ana kadar iki kuyuya indik. En geniş olan bu kuyularda bile zorlanıyoruz. İlk kuyunun ağzı sadece 44 santimetre, derinliği ise 11 metre. Kuyunun ilk 1 metre 15 santimetrelik bölümü tuğla ile örülmüş. Sonraki bölüm ise kayaya oyulmuş. Dibinde ise henüz tam olarak ölçümünü yapmadığımız balçık tabakası var."

Bir deprem önlemi olarak kuyu açma geleneği, Osmanlılar'da daha sonra da devam etti. İkinci Bayezid'in torunu Kanuni Sultan Süleyman, döneminde inşa edilen Süleymaniye Camii'nin çevresinde de birçok kuyu açtırdı ve bunlar "deprem kuyuları" olarak anıldı. Mimar Sinan, Süleymaniye Camii'nin temellerinde Haliç kıyılarına kadar indiği söylenen geniş mermer bloklar kullanmıştı. Cami inşaatında ender görülen bu temel biçiminin de bir "deprem önlemi" olduğu varsayılıyor.



Sultan Abdülhamid'e sunulan 1500 yıllık deprem raporu

1999 yılında Marmara bölgesini büyük ölçüde etkileyen depremden hemen sonra, gazetelerde pek dikkat çekmeyen küçük bir haber yayınlandı: İzmit'teki Solaklar Köyü'nün sakinleri "Köydeki kuyular bizi yıkımdan kurtardı" demişlerdi.
"Kuyu depremi keser" sözü, çevrede bilinen bir halk deyimiydi.

Sultan İkinci Abdülhamid 1894 depreminden sonra aşırı korku ve heyecana kapılmıştı. Bu yüzden Dolmabahçe Sarayı'nın avlusuna iki ahşap köşk yaptırdı ve uzun bir süre "Hareket Köşkleri" adını alan bu binalarda kaldı.

İkinci Abdülhamid, 1894 depremi sonrasında başında Atina Rasathanesi Müdürü D. Eginitis ve İstanbul Rasathanesi Müdürü Coumbary ile müdür muavini Emile Lacorine'ün bulunduğu ekibe geniş bir deprem raporu hazırlattı. Rapor, şehrin bulunduğu oynak zemin ve tedbirler hakkında net bir fikir veriyordu.

Padişaha rapor verenler arasında bulunan Legofet adındaki bir uzman, İstanbul'da meydana gelen afetler hakkında bir de liste sunmuştu. Listeye göre 366 ile 1509 yılları arasında şehirde 55 deprem olmuş ve bunların bir kısmı aynı yıl içinde tekrarlanmıştı. Legofet, raporunda İstanbul'da 401 ile 1905 yılları arasında yaşanan "semavî afetlerden" de söz etmekteydi.
Bu "semavî afetler", ayrı bir yazının konusudur.