Hani şimdi herkes CHP kurultayı ve sonuçlarını konuşuyor ya!.. Hemen herkes, yaşamında bir kez CHP'ye oy vermemiş ve asla vermeyecek olanlar bile, "CHP nasıl iktidar olur" diye kafa yoruyor görüntüsü içinde, % 25-30  oy bandına sıkıştırarak "olamaz"ı  beynimize kazıyorlar ya!... CHP'yi düzeltmeye(!) soyunmuşların önemli bir kısmı AKP'yi tartışma alanı dışında tutarak dolaylı destek vermekte.
Kabul edelim ki; CHP'nin kurumsal kimliği, kaset operasyonu sonrasında her bir seçimde içine sızan/sızdırılan isimlerle tahrip edildi. Son kurultay gösterdi ki, salonda toplaşan CHP tabanı, attıkları sloganlarla kuruluş felsefesine sahip çıkmakta...  Ancak örgütü elinde tutan yönetim kadrosu, Türkiye'nin sesi olan salona kulak vermemekte ısrarlı.
"Delege sayısal çoğunluğu nasılsa elimizde" düşüncesine daha yakın duran bir yönetim anlayışı ile partide varlıklarını sürdürenler, kurumsal kimliği aşındıran kişilerin vitrin yaptığı görünümle partiye zarar vererek ve partinin sorgulanma alanını genişleterek mi sandıktan güçlenerek çıkacaklar?!..
Aklı olan herkes, özüne dönmekten söz ederken, partinin kurumsal kimliğine sahip çıkmasına işaret etmekte. Kuruluş felsefesine dönme iradesini, "1920-1930'ların koşullarına dönülemez" diyerek reddeden ve koşullar ile felsefe arasındaki  farkı bile ayırt edemeyenler; kuruluş ilkeleri taleplerini baskılamakla kurtuluşa giden yolu da tıkamış olmaktalar. Bitmez tükenmez "CHP nasıl kurtarılır?" tartışmasına yem edilen partinin, bu tartışmaların dışına taşınması için gereklidir, "kuruluş" adlı bir manifesto ile altı ok etrafında partiyi ayağa/atağa kaldırması.
Açılımın mimarı AKP'nin, bunu hala sürdürürken, kendisinin değil de karşısındakilerin yaptığı algısını vermedeki mahareti, CHP'nin sahip olduğu değerleri kendisine mal etme çabaları ile birlikte yürütülürken, CHP giderek daraltılan algı çemberinin dışına çıkamıyor. Gülen Efendi diye baş tacı ettikleri; FETÖ adı ile anılınca, karşısındakine giydirerek, iktidarda oldukları dönemde yaşatılan veballerden sıyrılıp, bunu da karşıtlarına giydirme mahareti, şimdi de, açılıma sahip çıkanlar üzerinden, adında Türk ve Türkiye geçen kurum ve kuruluşları hedef alarak sürdürülmekte ve sanki açılıma karşıymış gibi, açılım sürdürülmekte!... AKP; açık destek yerine, karşı görünüm üzerinden destek vererek, şimşekleri muhalif güçlere çekme başarısını ele geçirilmiş medya desteğine borçlu.
Bu taktik, sadece ülke politikası ile sınırlı değil. Uluslararası ilişkiler de de benzer taktik kullanılmakta. Psikolojiler üzerine oynayarak yapılıyor hamleler. "Kim kiminle gerçekten kavgalı, kim kiminle kavga ediyor görüntüsü içinde paslaşıyor?" Bunu analiz etmek giderek zorlaşıyor, çünkü sürekli yeni başlıklarla meşgul edilerek, nedenler unutturulup, sonuçlar dayatılıyor ve sonuç üzerinden düşünmemizi tembih eden bir algı operasyonu hiç hız kesmeden sürdürülüyor. Yaratılan çatlak, kimin yarattığı ve buradan sürekli akıtılanın kime kimlere hizmet ettiği, giderek kırılan muhalefet etme refleksleri ile de uzaklaştırıldığımız gerçek örtüldükçe, çatlağı yaratanlar ilerleyişlerini sürdürebiliyorlar.
CHP'nin buradaki işlevi, cambaz rolünü giyindikçe, kolaylaştırıcılık oluyor. Kendisini "cambaza bak" oyununun dışına çekemeden ön alamayacağını görmesi için, örgüt olmaya indirgenmiş olanın yeniden kurum olma bilincine sarılması ve kuruluş felsefesine odaklanması, solculuk ayaklarında partiye sızanlar, etnik/dini aidiyetleri vurgulayan söylemlerle değil, alt kimlikleri şeref kabul eden ve bunları kazıyarak siyaset üretilmesine karşı duruşla kendisini toparlamadan, ülkedeki dağınıklığı toparlayamaz. Yeni tarz siyasete gerek yok. Özünü ortaya çıkarması yeterli. Kuruluş ayarlarına dönmek, o yılların koşullarını gerektirmiyor. Bugün rejim dönüştürülürken, katalizörü ve dolaylı da olsa parçası olmak yerine, karşısında güçlü bir duruş sergilemek adına gerekli. Bunun için taktik çözümleyici ve karşı hamleler geliştirecek kadrolara gereksinimi var partinin.
Bazılarına, Türk ve Türkiye tanımlamasını hak etmiyorsunuz, demenin yolu, bu tanımları ortadan kaldırmaktan geçmemeli. Ve hepimiz, görüşlerine katılmasak da; muhalefet etme reflekslerinin kırılmasına daha fazla seyircilik etmemeliyiz. Farklı seslere tahammülsüzlük, aynı söz ve davranışlarda tektipleş(tiril)menin yolunu açar. Demokraside ısrarlı isek; kurum çeşitliliği, farklı seslerin dillendirildiği çoğulcu bir yapı ancak kuvvetler ayrılığı ile mümkündür. Bir yandan iktidar destekçisi örgütlenmeler çoğaltılarak sözde sivil toplum inşa edilirken; Türkiye'de giderek koyulaşan bir sivil vesayet ağı örülmekte. CHP'yi konuşurken, CHP'nin güç alacağı toplumsal muhalefetin dağıtılmasına seyircilik ediyoruz. Toplumsal muhalefetin güçlü olmadığı yerde siyasal muhalefet güçlü olamaz.

"Vesayeti askerle özdeşleştirme; sivil vesayetin zamana yayılan kurumsallaşmasının yolunu açan en önemli yanlışıdır Türkiye'nin" Her geçen gün ağırlığını hissettiren bu vesayetin ne zaman sona ereceği belirsizdir üstelik. Türkiye fiilen tek parti ile yönetilen bir ülke artık ve (güya) seçimle oluşturulacak kurumların başına kimlerin geleceğinin hesabı da önceden yapılan bir ülke. İktidardaki partinin tepesinde yer edinmiş üç-dört kişinin hangi kurumların başına geçeceğinin beyinlere önceden yerleştirildiği bir ülkede, onların dışında hiç kimsenin şansının olmadığının da itirafı yapılıyor demektir. Seçim tüm rejimlerde var, tercih hakkı sadece demokrasilerde: Kimin cumhurbaşkanı, kimin başbakan olacağını önceden belirleyenler seçimlerin göstermelik olduğunu da önceden kabul etmişlerken hangi demokrasiden söz etmekteler?..." diye yazmıştım... Hala aynı görüşteyim...
Sandıkla yerleşen bir vesayet düzeni kurulurken, hepimiz CHP'yi konuşuyorduk ve hala CHP'yi konuşuyoruz... Hem hala aynı yerde durup, hem de farklı sonuç almak?!..
Kuruluşların başından hepimize ait olan sıfatları atmak yerine, iktidarın yerleştikleri başta; tüm kurumların anayasa ile belirlenmiş sınırlar içine çekilmesi çabasına girişmeliyiz. Sandıkla yerleşiyorlar uyarısını yaparken yazdıklarım hala geçerli... Ve daha önce sorduğum soru: "Sivil hükümetin demokrasiyi otokrasiye dönüştürebileceğinden ve dönüşmüş düzende kendisinin meşruluğunu sağlayan düzenin bozulmuş olmasından hareketle, bozulmuş oyunda seçilmişlerin meşruluğunun sorgulanması gerekirken, "seçilmiş her istediğini yapar" anlayışının kabullenilmesi, sivil vesayete boyun eğilmesi anlamına gelmiyor mu?" diye eklemek istiyorum."
Bir öğrencimin ilettiği, Spinoza'dan alıntıyı paylaşıyorum: "Hâkimiyetin kibirli hale getirdikleri, korkudan titremediklerinde dehşet verici olanlar bütün insanlardır; her yerde, gerçek, gerçeğin rahatsız ettiği ya da suçlu duruma düşürdüğü kimseler tarafından saptırılır, özelikle de iktidar bir tek kişiye ya da küçük bir azınlığa ait olduğu zaman ve davalarda ne doğruya, ne de gerçeğe, ama zenginliğin büyüklüğüne bakıldığında....."