Hegemonya kavramı bugün siyaset literatüründe sıklıkla karşımıza ABD bağlamında çıkan bir kavram. "ABD Hegemonyası" ifadesi çoğu zaman George Modelski'nin "başat güç" kavramıyla eşanlamlı bir kullanım olarak TV ekranlarında ve gazetelerde yer almakta. Modelski'nin kuramına göre 15. yüzyıldan 21. yüzyıla dünya tarihi, belirli devletlerin yüzyıllık dönemler dahilinde dünya yüzeyinde hakim güç konumuna gelmeleri ve bu konumlarını yitirmeleri tarihidir. Bu çerçevede sırasıyla Portekiz, İspanya, Hollanda, Fransa, İngiltere ve ABD, yaklaşık yüzer yıllık dönemlerde başat güç olarak kalmışlardır.

Oysa hegemonya kavramı, başat güçten farklı bir gerçekliğe işaret etmektedir. Eski Yunanca "lider" anlamına gelen "hegemon" sözcüğünden türeyen bu kavram, Marksist literatürde sıklıkla kullanılmıştır. Örneğin Giorgi Plehanov, 1880'lerde Çarlık rejimini devirmek için proletaryanın köylüler, burjuvazi ve aydınlarla geçici ittifaklar yapması gerektiği konusundaki tezini işlerken "hegemonya" kavramını sıklıkla kullanmıştır. Lenin ise "Ne yapmalı" isimli eserinde işçi sınıfının tüm ezilen sınıflara önderliği bağlamında bu kavrama yer vermiştir. Dolayısıyla kavram genel olarak işçi sınıfının önderlik misyonu anlamında kullanılmıştır.

Ünlü İtalyan Marksist Antonio Gramsci ise hegemonyayı sadece işçi sınıfının değil, tüm üst sınıfların mücadele hedefi olarak değerlendirir. Özellikle burjuva sınıfının alt sınıflar üzerinde çeşitli ideolojik aygıtlar aracılığıyla kurduğu tahakkümü bu kavramı kullanarak tanımlar. Bununla kalmaz, karşı-hegemonya imkanlarını ortaya döker. Ona göre hegemon olmak için ekonomik ve politik güç yeterli değildir. Bağımlı grupların rızasına da ihtiyaç duyulur. Devlet burjuvazinin baskı ve silahlı tahakküm alanı iken, sivil toplum burjuvazinin kültürel yönlendirme yahut rızaya dayalı hegemonya alanıdır. Ancak sivil toplum da devletten bağımsız değildir. Hegemonyanın kuruluşunu gösteren rızanın sağlanması sadece sivil toplumca gerçekleştirilmez. Okul, mahkeme ve ibadethaneler gibi devlet aygıtları tarafından da gerçekleştirilir. Devlet, yöneten sınıfın yalnızca hakimiyetini koruduğu bir yapı değil, aynı zamanda yönetilenlerin rızasını sağladığı kurumdur.
    
Bu görüşün bir uzantısı olarak, hegemonya kavramı sadece devlet düzeyinde değil, uluslararası ilişkiler düzeyinde de tartışılmıştır. Hegemonik istikrar kuramları, bir dünya gücünün rızaya dayalı bir şekilde bir dizi kuralı ve düzenlemeyi dayatması yoluyla uluslararası sistemde istikrar oluştuğunu iddia ederler. Oysa iddia edilen istikrar, çoğu zaman sadece yönetenin istikrarı olur. Yönetilenin değil. Bu anlamda, yönetilenlerin yapması gereken kimilerine göre bir dik duruş göstermek, kimilerine göre ise karşı-hegemonya yaklaşımları geliştirmektir. Bu da ancak bağımsızlıkçı bir mantık ve fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür yöneticilerle ve yurttaşlarla mümkündür.
NATO'dan ayrılıp ayrılmama konusundaki tartışmayı yukarıda ifade ettiğim bağlamda değerlendirirsek, NATO'dan ayrılma lafını "konjonktürel Atatürkçülerin" kullanması hiçbir bir şey ifade etmez, hiçbir sonuç doğurmaz. Bu ifade, onların ağızlarında boş bir sözden ibaret kalır. Oysa gerçek Atatürkçüler, bağımsızlığı bir yaşam biçimi haline getirmişlerdir. Küresel hegemonya arayışlarına hiçbir zaman rıza göstermemişlerdir. Onların farkı bir karşı hegemonya inşa etmek de istememeleridir. Atatürkçülük devletlerin egemen eşitliği ilkesiyle, yürekten bağlı olduğu bağımsızlık düşüncesini başka devletler için de bir hak olarak değerlendirir. Hegemonyayı ancak bağımsızlıkçılar kırabilir. Türkiye için aklından bağımsızlık geçen herkesin yolunun kesişeceği dünya görüşü ise Atatürkçülüktür. Konjonktürel değil, gerçek Atatürkçülük!