“Düşünüyorumda ne kadar küçük  bir alan kaplıyorum..hakkında  
hiçbirşey bilmediğim ve benim hakkımda hiçbir şey bilmeyen uzayın
sonsuzluğu ve sınırsızlığında kaybolup gitmişim. Bir korku sarıyor
beni, orada olduğumu değil de burada olduğumu görmek beni şaşırtıyor
orada değil de burada olmam için,o zamanda değil de bu zamanda
yaşıyor olmam için hiçbir neden yok. Kim koydu beni buraya.?” demişti
Pascal. Tıpkı benim gördüğüm rüyada olduğu gibi o da yaşamının
sadece  yaşadığı yıllara değil başka zamanlara da ait olabileceğinden
kuşkulanmış olmalıydı.

O gece çok yorgun  bir şekilde gitmiştim yatağa ve güzel bir uyku çekme hayalim vardı ama buna uyumak değil olsa olsa kendinden geçmek diyebiliriz .İşte öyle bir haldeyken  bulunduğum zaman diliminin dışında bir tarihte  buldum kendimi, gerçi orada herhangi bir olayın içinde de olabilirdim ama doğrusu 1847 yıllarında bir Osmanlı kadırgasında İrlanda’ya yardım götüren bir gemide olduğumu asla hayal edemezdim.

Bu içinde bulunduğum gemi Osmanlı Padişahı Abdülmecit’in iyiliksever yaklaşımı ile  İrlanda’da 1845 yılında başlayan ve  onların  Gorta Mor dedikleri  ve  ülkenin tarihinde yaşanan en büyük açlık felaketi için hazırlanmış erzak dolu bir yardım gemisiydi. Eski bir mahkumun kaptanlığında açık denizde yol alırken herşey o kadar gerçekçiydi ki çoğu zaman acaba bu bir rüya mı diye düşünmeden edemedim. Öyle bile olsa  son derece sıradan akıp giden hayatımda böyle bir serüvenin içinde olmak çok çekiciydi ama yine de bir parça kaygı duymadım değil, çünkü sonra galiba bu bir rüya da olabilir ve ben, nasıl olsa uyanırım diyerek kendimi sakinleştirmeye çalıştım. İrlanda’da en önemli besin maddesi olan patates yenmez bir hale gelince, 7 yıl süren bu feci kıtlıkta nerdeyse 1 milyona yakın İrlandalı’nın hayatını kaybettiği ve ülke dışına özellikle Amerika’ya yapılan göçler nedeniyle  sekiz milyon olan ülke nüfusu dört milyona düştüğü anlatıldı bana. Sultan Abdülmecid, 1847’de bu felaketi  İrlanda asıllı doktoru Joseph’dan  öğrenince,  hemen erzak dolu  bir gemi  ile birlikte 10 bin sterlinlik bir yardım yapmak istemiş ama gelin görün ki  bu teklif İngiliz hükümetine bildirilince, İngilizler, padişahın bu iyi niyetli yaklaşımına karşı kayıtsız kalmasalar da yine de bazı kısıtlamalar getirmişler. Çünkü  Kraliçe Victoria’nın İngiltere’nin yönetimi altında yaşayan  İrlanda’ya sadece 2 bin sterlinlik bir yardım yaptığını dikkate alarak yardım miktarının bin sterline düşürülmesi gerektiğini belirtmişler.
Sultan Abdülmecit bunun üzerine İrlanda’ya bin pound göndermek durumunda kalmış ama İrlanda halkına verilmek üzere çeşitli tahıl ürünlerinden oluşan ve  İrlanda’ya kadar gidecek bir gemi hazırlanarak yola çıkarılmış ve işte benim de içinde tayfalık yaptığım  gemi buydu.

 Yardım götürdüğümüz gemiden Dublin limanında yükümüzü boşaltmamıza İngiliz vali izin vermeyince başka bir kent olan Drogheda limanına giderek gizlice malımızı boşaltmıştık, bu çok heyecanlıydı ve o anlar gözümün önüne gelince bir anda kendimi Cervantes adıyla bildiğimiz İspanyol yazarla aynı kaderi paylaştığımızı hissine kapıldım. Çünkü o da bir deniz seferi sırasında Osmanlı’lara esir düşmüş ve sonrasında özgürlüğüne kavuşmuştu.

Bu olaydan sadece 4 yıl sonra yani 1851 de bu kez Londra’da ilk kez düzenlenen bir dünya fuarında buldum kendimi. Şimdi ise Londra’da çok bilinen Hyde Park’ın güney kanadında 72.000 metrkarelik çok geniş bir alanda kurulmuş olan  ve adına Kristal Saray denilen bir görkemli bir yerde Osmanlı pavyonunu arıyorum. Kaldığım yer öğrendiğim kadarı ile  daha önce bir mobilya deposu olarak kullanılmış, dediklerine göre Thomas Harrison’un mobilya deposuymuş ama bunun benim için ne önemi var ki diye düşündüğümü hatırlamam bana hala tuhaf geliyor.Fuar boyunca benim gibi otellerde yer bulamayanlar ya da otelleri pahalı bulanlar burada ağırlanıyorlarmış, gecesi 1 şilin 3 peni ödeyerek burada ancak bir hafta kalabildim. Ancak Osmanlı pavyonunu ararken galiba kayboldum diye düşünürken, başında silindir şapkası ve yanında kabarık volanlı bir etek giymiş bir kadınla birlikte bir centilmene oraya nasıl gidebileceğimi sordum. O da İngiliz Uluslar Topluluğunun dışında olan ancak doğu dünyasına ait diğer ülkelerin pavyonlarının zemin katta olduğunu söyledi. Doğruca o tarafa doğru nerdeyse koşar adım adımlarla giderken karşıma birden görkemli bir kafes içinde duran görmeye değer çok güzel bir şey çıktı. Bunu ilk anda tahmin etmek zordu ama doğrusu insanın gözlerini kamaştırtacak düzeyde güzel  bir şeydi ve görevliye bunun ne olduğunu sorduğumda bana  Farsça’da “ Işık Dağı “ anlamına gelen  efsanevi Kuh-i Nur elması olduğunu söyledi.191 karatlık ağırlığı ile dünyanın en büyük elması olarak biliniyormuş ve Hindistan’daki Pencap Bölgesi’nin İngiltere’ye bağlanmasının ardından İngiliz yönetcilerinin eline geçince onlar da burada sergilenmesine karar vermişler. Burası o kadar büyük bir yer ki içinde Kristal çeşme adında bir şey var ama bu bizim bildiğimiz çeşme ile karıştırılmamalı,çünkü sanırım tanınmış bir mimar tarafından tasarlanmış ve etrafında yeşilliklerin olduğu küçük bir havuzun içinde en az 5 metre uzunluğunda orta ve üst bölümlerinde yapraklar gibi aşağı doğru sarkan süslemelerinden ve en tepedeki fiskiyeden suların fışkırdığı bir şey hayal etmeniz gerekiyor.Şimdi buranın hemen yan tarafında Osmanlı,İran, Mısır ve Yunanistan’ın pavyonları var. Eğer bu bir rüya ise ne kadar gerçekti hala inanamıyorum, çünkü onlara dokunabilmeyi istedim ancak oradaki  kafasında bir fes olan  görevli bana öyle bir baktı ki, bunu yapmaktan vazgeçtim. Ama ben neler gördüğümü söylemek isterim. Burada otantik nargileler ve gösterişli ve göz alıcı taşlarla süslenmiş hançerler, kılıç ve silahlar var ama Osmanlı köşesinde öyle bir şey vardı ki bana çok enteresan geldi. Hem baston hem de pipo görevi gören bir şey yapmışlar ve o anda yaptığım şey ise  şu Türkler ne kadar da pratik zekalı insanlarmış diye düşünmek oldu. Gerçekten orada daha önce gördüğüm ve çok yaratıcı bir ürün  olduğunu düşündüğüm hamak kadar ilgi çekiciydi çünkü bu hamak küçük bir hareketle kurtarma botuna dönüşebiliyordu.1851 yılına nasıl geldiğimi anımsamıyorum ve bunun için hiçbir  mantıklı gerekçem de yok, sanki Blaise Pascal haklıydı, tarihin o döneminde olmamam için ne gibi haklı gerekçelerim olabilirdi ki ? Doğrusu yoktu da, bugün burada olmamın da  aslında mantıklı bir nedeni olmadığı gibi. Ama bana daha ilginç gelen şey ise o zamana ait başka  şeyler hatırlıyor olmam. Demek ki gerçekten o zamanlarda oradaydım, çünkü daha önce Sultan Abdülmecit tarafından İrlanda’ya yardım için gönderilen gemide olduğuma göre yaklaşık 4 yıl sonraki bir tarihte yine aynı coğrafyada hemen yanıbaşındaki başka bir ülkede bulunmam bir  tesadüf olamazdı. Üstelik  Abdülmecit hala iktidardaydı ve daha 10 yıl kadar da Osmanlı Sultanı olarak kalacaktı.

Ancak  1847  gerekse 1851 yıllarının  Osmanlı’da bazı olayların yaşandığı yıllar olduğunu söylemem gerek. Çünkü neler olup bittiğini anlamak için özellikle bunları düşünmüş olmalıyım; örneğin  1847 yılında Osmanlı’da  köle ticaretinin kaldırılması önemli bir gelişmeydi  ama fuarda olduğum yıl  yani 1851 de  o yıl Osmanlı topraklarında Kahire’den İskenderiye’ye   imtiyaz hakları İngilizler’de olan 211 km’ lik  bir  demiryolu inşaatı başladığını biliyorum. Encümen-i Daniş denilen Bilim Akademisi de bu yıl  açılmıştı ama bir önceki yıl yani 1850 de ise Şirket-i Hayriye kurulmuştu, Dolmabahçe Sarayı’nın tamamlanmasına ise daha 5 yıl vardı.Tüm bu bilgileri sonradan karşılaştırma şansım oldu. Belki de bu yıllar içersinde  yaşadığım yıllar ve yerlere ilişkin bilgiler bir kitabın sayfalarını çevirirken karşımıza çıkan çeşitli bilgi ve görüntülerden oluşan bir anılar demeti gibi bir şey olsa gerek.

Bugün ise bu yazıyı kaleme alırken  yıllar önce yani 1990’ larda İrlanda’ya yaptığım deniz yolculuğunda Dublin limanında bana her yere iyice bak diyen yaşlıca ama sevimli gümrük görevlisini  tekrar düşündüm. Sonraları ise  kaldığım otelin Türk yöneticisini ve yolda elimi sıkarak tüm yollar İstanbul’a çıkar diyen ve  Katolik kilisesinden olduklarını sandığım din görevlilerini  ya da bindiğim taksi şöförünün şehri sanki daha önceleri birlikte oradaymışız gibi çok detaylı bir şekilde anlatmasından, akrabam olan İrlandalı bir adamın adını verdiğimde gittiğim yerde itibar görmemden ve nihayetinde Osmanlı Sultanı Abdülmecit ile beni  bir rüyada bir araya getiren ilahi ve kutsal bir beraberliğin izini sürmeye çalışıyorum  ve işte bu yüzden böyle bir rüya bana zaten yaşanmış olan ve  son derece ilginç bulduğum bir masalsı bir öykünün kahramanı olabileceğim gibi bir duyguyu yaşatmıştı. Eğer bunu gerçekten hissetmemiş olsaydım belki bu bir rüya der geçerdim ama tüm bunları nasıl bildiğim konusunda en küçük bir fikrim bile yoktu. Ama nasıl olsa bunların hepsi bir rüya dediğim bir anda uyandığımda ise yıllar sonra hayatımın gerçek sandığım kısmının da bir rüya olduğunu düşünmeye başladım ve böylece  anladım ki herşey sanki rüya içinde bir rüyadan başka bir şey değilmiş…