A. Einstein, atom bombasını tanımlarken, "Binlerce yıldır bu maddeler doğada vardı. Fakat bunlar patlamadı. İnsanlar bu konu üzerinde düşünmeye başladıktan sonra bu sonuç ortaya çıktı" diyerek düşüncenin gücünü çarpıcı bir biçimde ortaya koymuş.
                   
Bugün bizlerin de gündelik üretilen başlıkların ötesine kendimizi çekerek, yaşadığımız çağı ve çağın ürettiği çatışma başlıklarını, hepimizi içine çektiği kavram kargaşasını ve neredeyse kendimize yabancılaştıracak değer erozyonu üzerinde düşünemediğimiz için sürüklenmemiz kolaylaşıyor. Çağımız için artık ideolojiler çağı denilmiyor. Neo-liberal anlayış, diğer ideolojileri gelişmelerin peşine takmış, fütursuzca ilerlerken diğer hepsini baskı altında tutuyor.
                 
Demokrasi ve değerlerine yönelmemiz için etki eden güç ve unsurlar giderek azaltılıyor. 20. yüzyıl kitleleri sahneye çıkardı ve çağımızın insan odaklı değerlerin birikiminde bu etki yadsınamaz. Günümüz gerçeği farklı; içinde bulunduğumuz çağ, kitleleri kontrol eden güçleri öne çıkarıyor. Önceki sürecin biriktirdiği kurum, değer, düşünce, kişiler üzerinde baskının çoğaltıldığı zeminler inşa ediliyor. Önceki yüzyılın değerleri tasfiye edilerek, yerine yeniden inşa edilenle daha özgür olmadığımız bir dünya kurulmaya çalışıldığı bir gerçek.
                  
20. yüzyılda demokrasi ve özgürlük kavramı etrafında yoğunlaşılırken, üzerinde çalışılan Doğu ile Batı'yı uzlaştırma gayretleri bitmiş görünüyor. Derin olan farklılık, yeni başlıklarla köklü hale getiriliyor. Doğu'ya, özellikle Müslümanlara karşı bir kamuoyu yaratma ve ötekileştirme çabalarının artışını endişe ile izliyoruz.
                 
Batı, çıkarlarını demokrasi üzerinden kurduğu baskı ile kollarken, sadece araç değildi demokrasi, amaçtı aynı zamanda. Kurumsallaşmasını tamamlamamış ama demokrasi rotasına girmeyi başarmış ülkelerde bugün sadece araç ve içi giderek boşaltılırken, önceki süreçlerde kurumsallaştırılan kurumların çivileri de bir bir sökülmekte.
                 
Batılı devletler, ekonomik ve sosyal gelişimini kurumsal geleneklerini oluşturarak sürekli hale getirebildiler, bunu siyasal gelişmeyle pekiştirdiler. Kişi hegemonyalarına karşı verilen mücadeleler sonunda soyut egemenlik, somut iktidarlardan ayrılarak, yönetenin yönettiklerini sınırlandırdığı tekçi yapılardan, yönetilenlerin de yönetenleri sınırlandırdığı çoğulcu yapılara geçilebildi.
                 
Egemen ile iktidar olan arasındaki mesafenin sınırları belli edilmez ya da giderek birleşir hale getirilirse, belleklere iktidar olanın efsaneleri kolaylıkla yerleştirilebilir.  
                
Türkiye, kurtuluş savaşı sonrasında devletin kuruluş aşamasının zorunlu koşullarında devrim niteliğinde bir sözleşme ortaya koydu. Egemen olanla iktidar olanı ayırdı. Kurumlar zaman içinde tek kişinin yerini almaya ve yönetenleri de sınırlamaya başladı. Hukuku Devleti aşamasına bir günde gelinmedi. Hukukun üstünlüğü demek, yöneten ve yönetilenin hukuk kurallarına bağlı yetki ve sorumluluk içinde hareket etmesi, hukuk dışına çıkan kim olursa hepsi için aynı işlemin uygulanması demektir. Yetkilerin bir kişide toplanması sürecinden, yetkilerin dağıtılarak kontrol edilmesi sürecine sancılarla gelen bir ülkeyiz.
               
Kabul edelim ki; kurumları kişilere üstün hale getirerek güçlü devlet olma başarısını gösteren Batılıların, Doğu devletleri için tercihleri hep tek kişiler olagelmiştir. Kişi etrafında tanımlanan devletlerin çözülmeleri güçlü, direnen kurumlara göre daha kolaydır. Irak, Mısır, Cezayir, Tunus, Libya, Suriye örnekleri önümüzde. Bu devletlerin artık eski gücü yok. Türkiye'nin Ortadoğu'nun güçlü devleti olması güçlü kurumları ve bu kurumları içselleştirmiş ulusu sayesindedir. Devlet siyasal bir kalıptır ve gücünü sosyal varlığından, ulusundan alır. Tek kişi ulusun iradesinin temsilcisi olmasının sakıncaları nedeniyle doğmuştur Meclisler...
               
Anayasalar iktidar yaratma aracı değildir. İktidarın nasıl kullanılacağını gösterirler. Türkiye bugün iktidarda olan siyasal partinin istediği sosyal ve siyasal düzenin kurulmasına evet demeye zorlanırken, aslında yaratılan iktidarın yasa marifeti ile sağlamlaştırılmasını konuşmakta. Sürekli verilen mesaj şudur: "İktidar korunmalıdır". Hatta öyle ki, bunun için  egemenlik de devredilmelidir. Ulusun kendi egemenliğini tek kişiye delege etmesi istenmektedir. Sorun bunun ulusa nasıl yaptırılacağıdır.
             
Giderek görünür hale gelen baskının sebebi gelip dayandığımız sandık değil, aynı zamanda konjonktürün hepimizi sıkıştırdığı yer. Her bir seçim öncesi ortaya atılan başlıkları tartışırken, kurumların nasıl kabuk değiştirdiklerinin farkında bile olmayan ne geniş bir kitle var. Her gün tek tek çekilip önümüze konulan karelere bakmaktan, fotoğrafın bütününü kaçırıyoruz.
               
TV ekranlarına yerleştirilenlerin tırnak içine alınan başlıklarla düşüncemiz üzerine koydukları ipotekle yürüttükleri algı yönetimi, iktidarın korunması üzerine kurgulanmış. Yurttaşın korunması alanı giderek boşaltılmakta. Kamu vicdanını yaralayan örneklerin çoğalması kaygıları artırıyor. Muhalifliği ile tanınan sanatçı  Müjdat Gezen'in atelyesinin kundaklanması, şort giyen hemşireye tekmeli saldırı olayına benzedi. Saldırganlar bırakılıyor, kamu tepkisi ile yeniden tutuklanıyorlar... Yurttaşın can ve mal güvenliğini sağlamak devlet olmanın öncelikli şartlarındandır. Ve kim olduğuna bakılmaksızın, herkes için eşit biçimde uygulanan hukuk kuralları yoksa adalet duygumuz zedeleniyor.
              
Algı operatörlerini, "TV'lerdeki tartışma (!) programlarını" izlemeyi bırakıp, düşünce kulüpleri oluşturmakta yarar var. "Cambaza bak" oyununu yanında karşı çıkıyor gibi   yaparak sürece destek verenleri, sahipleniyor gibi kurumları boşaltanları görebilmek için, düşüncelerimiz üzerindeki ipoteği kaldırmamız gerekiyor.
              
Sınırlarımız dışında da fırıldak gibi dönen bir zemin var. Kim kimin yanında, kim kimin karşısında; yanında gibi görünen düşmanlar, karşı gibi görünen işbirlikçiler çağındayız. Önceleri sadece düzensiz olduğundan söz ettiğimiz uluslararası toplum, giderek daha fazla güvensiz.
              
Çağın temel sorunu güvensizlik. Devletler eritildikçe, bireyler olarak özerk alanlarımız giderek daralmakta. Hem özgür bırakılmayacağız, hem de seçenekler (!) arasında tercih yapacağız noktasındayız. Ne yaman çelişki!...
            
Oyun kazanan olmayacak şekilde kurgulanmışsa, sonuç "hepsini al" olsa bile, alan da veren de kaybeder.
             
Neo-liberal kuşatmayı irdelemek/düşündürtmek yerine; sadece evet/hayır inatlaşmasını servis etmeyi iş edinen algıcılara ithaf bir yazıdır.