Evimizdeki eşyaların, kıyafetlerimizin ne kadarına gerçekten ihtiyacımız var? Yaşamımıza dahil ettiğimiz kişilerin tümü bizim için anlamlı mı? Her davete icabet etmeli miyiz? Gerçekten spor yapmak istiyor muyuz? Günümüzün ne kadarını teknolojik aletlerle harcamalıyız? Belki de geçerliliğini hiç yitirmediğinden klişeleşmiş bir soru olarak, cebimiz doldukça mutluluğumuz artıyor mu?

Begüm Başoğlu ile Ege Erim’in “Sade” adlı kitabı, tüm bunları sorgularken, daha sade bir yaşama geçmek için somut adımlar tarif ediyor. Görünümü sütlü (sade) dondurmayı çağrıştıran bu küçük kitap, kapak ve sayfa tasarımından diline kadar tüm unsurlarıyla ismiyle tutarlı. Başka bir küçük kitabın, Küçük Prens’in yazarı Antoine de Saint-Exupéry’nin bir sözüyle açılıyor: “Mükemmelliğe, eklenecek bir şey kalmadığında değil, çıkarılacak bir şey kalmadığında ulaşılır.”

Bu söze katılıyorum. Bence de kitabın tanıtım yazısında söylendiği gibi, insan kendini sadece boşlukta yaratabilir. “Azalınca çoğalır, sadeleştikçe özgürleşir.” Hem gerçek hem de manevi anlamda fazla veya gereksiz olandan kurtulduğunda, daha hakiki ve özüne uygun bir yaşama kavuşur.

Başoğlu ve Erim, hayatlarındaki fazlalıkları attıkça daha mutlu olduklarını keşfetmelerinin ardından, “modern dünyanın karmaşasında kendimizi ve dengemizi bulmak için küçük ve kullanışlı bir el feneri” olması niyetiyle bu kitabı yazmışlar.

Gardırop, Ev, Yemek, Egzersiz, İlişkiler, Para, İş Hayatı ve Teknoloji başlıkları altında, yaşantımızda gerçekten nelere ihtiyacımız olduğunu anlamak ve fazlalıkları elden çıkarmak için pratik öneriler sunmuşlar.

Kitap belli bir akımı işaret etmese de, azalınca çoğalma anlayışı, mimar ve tasarımcı Ludwig Mies van der Rohe’nin (1886-1969) dillere pelesenk olan “less is more” (az çoktur) düsturuyla tasarım dünyasında doruğa ulaşmış ve yaygınlık kazanmış olan minimalizmi akla getiriyor. Mimarın tasarımlarında, bir yapıyı oluşturan her unsur birden fazla görsel ve işlevsel amaca hizmet ediyordu. Örneğin zemin aynı zamanda evi ısıtıyor veya dev bir şömine banyoyu da barındırıyordu.

Modern sanat ve müzikte sadeliğin gücünü ön plana çıkaran ve kökeni 1960’lara uzanan minimalizm akımı, büyük ölçüde geleneksel Japon tasarımı ve mimarisinden ilham almış.

Japonlar, Zen felsefesinin sadelik kültürünü, estetik ve tasarıma dair unsurlara uygulayarak binalarında kullanıyorlar. Zen sadeliği, özgürlük ve yaşamın özüne dair bir şey söylüyor. Yani sadece estetik bir değer olmaktan öte, hakikatin doğasını inceleyen, malzemeler ile nesnelerin içsel niteliklerini ortaya çıkaran manevi bir bakışa sahip.

Birçok kültürde yer alan sadelik anlayışını özümsemek için aslında çok uzağa gitmeye gerek yok. Sufi deyimi “bir lokma, bir hırka,” insanın azla yetinebileceğini vurgular. Azıcık aşım, kaygısız başım... Fazlasını paylaşma yaklaşımı da, kültürümüzün insanlığı kuvvetlendiren bir öğesidir.

Temel ekonomi dersinde ilk öğrendiklerimizden biri, insanın istek ve ihtiyaçlarının sınırsız, dünyadaki kaynakların ise kıt olduğuydu. Belki de gereksinimlerimiz o kadar sınırsız değildir, kendimizi tanır ve bilirsek isteklerimiz makul ve erişilebilir bir hale gelebilir; sorumluluk, akıl ve vicdanla ele alındığında gezegenimizin sundukları da hepimize sürdürülebilir biçimde yetebilir.

Kişisel gelişim kitaplarına karşı temkinli olsam da “Sade,” doğal kaynakları, ilişkilerimizi, mal ve hizmetleri, kısacası çevremizdeki her şeyi Pac-Man gibi kapıp tüketerek hızla ilerlediğimiz halde bir türlü tatmin olmadığımız bu zamanda, hem bireysel hem de toplumsal açıdan anlamlı ve yerinde bir yaklaşım öneriyor.

Eğitmenlik, editörlük, küratörlük ve çevirmenlik yapan, Vitali Hakko Kreatif Endüstriler Kütüphanesi Küratörlüğünü yürüten Başoğlu ile metin yazarı Erim’in sade yaşamaya dair ek ve güncel yazılarına, “Sade Yaşamak” internet sitelerinden* ulaşmak mümkün.

*www.sadeyasamak.com