"Süreç" ve "sürecin yönetilmesi", barış başlığı ile öne geçince, daha önceleri sıkça kullanılan "demokrasi" tedavülde daha az dolaştırılır oldu. Başlangıçta demokrasi, barış denilerek çözümden söz edenler artık hep "süreç" demeyi yeğliyorlar. İlerleyiş istenen doğrultuda gerçekleşir ve hareketi geride yürütüyor gibi yapanlar öne çıkarılacak kıvama gelinirse, bu kez yeniden "demokrasi" sözcüğünü sıkça duymaya başlayacağız.
              
Millete, "sen sadece sandıkta bizim işaret ettiğimiz şekilde oy ver gerisine karışma" telkini kapalı kapılar ardında süren "süreç" üzerinden yapılıyor. Vatandaş kitlesinden cımbız ile seçilmiş kişiler üzerinden toplum da işin içindeymiş görüntüsü verilerek hukukun dışına çıkmış olan işleyiş meşrulaştırılmaya çalışılıyor. Önce "akil insanlar", sonra "üçüncü göz" de dedikleri "izleme kurulu"...... 
         
Hepimiz adına (!) bir kısmımızın görevlendirilerek (?) rol aldıkları "süreç" hakkında her birinin bizden fazla ne kadar bilgileri var? "Süreçle ne amaçlanıyor?" diye sorsak ne anlatırlar? Vatandaştan fazla bilgileri yoksa, durum daha vahim; çünkü getirildikleri görev, toplumu pasifleştirmek, işleyişin olağan olduğuna ikna etmek, süreç lehine propagandanın parçası olmak anlamına geliyor. Süreci doğrulatmak adına atılan bu adımlarla, sorgulama alanı kapalı tutulmuş oluyor. İçimizden seçtikleri birileri, bizlerin seçtiklerinin önüne geçirilmiş ya da bizlerin seçtiklerimizin sorgulanmasının önüne geçilmiş oluyor. (Bizlerin seçtikleri kısmına hiç girmiyorum, biz ne kadar seçebiliyoruz konusu önemsiz olduğu için değil, hatta bugünkü sürüklenişin en önemli sebeplerinden biri ve kurumların içlerine sızan kişilerle başkalaştırılmasına bakınca gelecek seçimler için en önemli ve ayrı ele alınması gereken bir başlık...)
              
İçlerine sızan karşıtlar, kaset operasyonları ve ayrışmalarla toz duman edilen muhalefet partilerini, her gün bir başka başlıkta sıkıştırarak, muhalefet etmek yerine nafile, sonuçsuz, yıpratıcı, çözücü tartışma konularına çekerek hepimizi oyalarlarken, devletin tüm enerjisini topladığı çözüm sürecinin ilerleyişine doğrudan katkı koyanlardan daha fazla dahil edilmiş oluyoruz. Bu tuhaf kısır iç çekişme ve döngü içinde, iktidar ile vatandaşın mesafesinin ne kadar açıldığının farkına varmak için, devasa bir sarayın, Çankaya'yı tarihe itelemesi bile yeterince etkili olamadı. Adına iktidardaki partinin kendisini tanımlamak için seçtiği "AK" kelimesi ile sıfat eklenen saray, devletin kaynaklarının yoksulluğu rehabilite etmek yerine, varsıllaşanların görkemi için seferber edilmesinin, yoksul ile varsıl arsındaki uçurumun simgesidir artık. Ve iktidar gücünün bir ayrıcalığa dönüştürülmesinin, iktidarda olmanın Türkiye'de istenilen her şeyin yapıl(a)bilmesi anlamına geldiğinin; muhalefet etmenin bu yapılabilirliğin önünde bir engel oluştur(a)mayacak düzeye indirgendiğinin göstergesidir.
               
Bundan sonra demokrasi adına edilen her söz yalandan öte değildir.
Türkiye'de yönetilenlerin iktidar güdümünde sevk ve idare edildiği otoriter bir devlet anlayışı tam anlamı ile fiilen var edilmiştir. Meclis dışı, hukuk dışı unsur ve  güçler devrededir. Muhalefet, ülkede tüm yurttaşlar adına çözüm üretmek yerine, dış güçlerin taleplerini karşılamayı seçen yönetim anlayışını sorgulayacağına, iktidarın açtığı çatlaktan ilerlemeye çalıştıkça erimektedir. Türkiye'nin bugün her zamankinden daha fazla gereksinimi olduğu bir süreçte, muhalefetteki erime, çözülme, başkalaşma buralarda kümelenmek isteyenlerde büyük kırıklığa yol açmaktadır.
               
Yoksullaştırılarak bağımlılaştırılan ve baskılarla giderek sesi kesilen yurttaşın sorunları sahipsiz. Sorunlar sadece giderek artan rakamlarla ifade buluyor; çözüm olarak değil. Resmi rakamlarla açıklanan işsizlik, kadın cinayetleri, çocuk işçiler, çocuk gelinler, okullaşmayan çocuk oranlarında artış, iş kazalarında yitirilen canlarımız, yurttaşın çözüm bekleyen sorunları katlanarak artan rakamlarda buluyor ifadesini. Türkiye'nin çözüm adı verilen sürece kilitlenmesinin bedeli şimdiden çok ağır, gelecek ise belirsiz ve kaygı verici...
               
"Konjonktür" adı altında dayatılanları sorgulama zeminimiz daraltıldıkça, baskı, telkin, tembih, zorlama ile sonuçlar meşrulaştırılıyor. Ve günümüz konjonktüründe herkesin yerini, sahip olduğu meziyetler, liyakat ve hakkaniyet değil, kullanılabilirlik derecesi belirliyor.
                
İdeolojiler çözüldükçe ve/veya tek bir ideoloji kapsama alanını genişlettikçe, grup bilinci ve toplumsallık yerini, bireyciliğe, bencil çıkarlara bırakıyor. Rejimin başkalaşması ile "süreç" başlıklı açılımlar toplumsal alanın tahribatı üzerinden kolaylaştırılıyor. Kullanılabilir olmayanın oyun dışı bırakıldığı, bedel ödetildiği kaypak zeminde, teşhir amaçlı örnek cezaların verildiği adalet duygumuzu zedeleyen örnekler çoğaltılıyor. Direnen, kendi kalmakta, rejimi ayakta tutmakta, çözülüşe karşı birliktelik zeminini sağlamlaştırmakta ısrar edenlerin bir şekilde edilgenleştirildikleri ve kullanılabilirliği ile öne çıkanlarla da frenlendikleri bir çark işliyor. Muhalefet etrafında toplaşanları dağıtan süreç de bu şekilde kontrol edilip, yürütülüyor. Çatlak ve ayrışma, doğrudan temel ideoloji üzerinden değil, tek tek partilerin içine sızan süreç kolaylaştırıcıları aracılığı ile yürütülüyor.
               
Bu sürecin kolaylaştırıcısı "kullanılabilirlik". Konjonktür, bunun sadece kılıfı. Bulunduğunuz yerlere hak ederek gelmiş olmanız, sizin oradan hak etmediğiniz biçimde, bazen doğrudan, bazen de sizi kendi değerlerinizle yüzleştirerek, kendiniz kalma ısrarınız ve kararınızla uzaklaştırılmanıza engel değil. Liyakat ve hakkaniyet yerine, kimin kime yakın olup, kimin hangi görüşe hizmet ettiğine göre yerlerin belirlendiği bir sürecin bizi nerelere sürüklediğinin fotoğrafı artık net. Ancak hala net olarak açıklanmayan bir süreç tasarımı var. Örgütlü muhalefet de bu tasarıma dahil edildikçe, tepkiler ve karşı görüşler tek tek ve az gibi algı yaratılıyor. Ne mi diyorum; kaygı çoğunluğun ortak paydası, ancak bu kaygıyı toplu biçimde gösterecek yapının önünde kullanılabilir olanlarla kurulan barikat giderek sağlamlaştırılıyor.
                 
Bugünlerin tarihini yazacaklara dipnot düşmekle kalmıyor, "böyle bir yapıda gideceğimiz sandıktan kimler çıka(rıla)cak sorusunu da buradan okumakta gecikmemeliyiz" diyorum.
                
NOT: CHP'li vekillerin umreye gidecekleri haberi Y-CHP'nin içini doldurmaktan öteye katkısı olmaz ama rejimle ilgili kaygıları katlar. "Laiklik" kelimesinden kaçış ve umre yolculuğu tertiplemekle dindar olunmaz. Laiklik; dini duyguların eylemle görünür kılınarak kullanılmasının önünde bir engeldir. Ayrıca, dini duyguların özgürce yaşanması, bireyin vicdanındaki yerinin korunması, toplumsallaştırılarak baskıya dönüştürülmemesi  için güvence getiren bir kurumdur. CHP'nin, bu kavramı kullanmamakla seçmen nezdinde değer bulacağı ve haksız şekilde kendisine yapıştırılan "dinsiz" yargısını dönüştüreceği yanlışı ile dinden dolanarak mesaj vermeye kalkışması, dolayısı ile dini siyasete alet edenler kervanına katılması daha vahim bir yanlıştır. Haksızlığı göstermek yerine, karşı tarafın yanlışını sahiplenmek kolaycılığının seçilmesi, din üzerinden yürütülen politikaların ülkeyi sürüklediği zeminde oluşan kaygıları arttırmaktan öte bir işlev göremez. Doğru olan hangi partiden olursa olsun, dini vecibelerini yerine getirenlerin bunu göstererek ve propagandaya dönüştürerek değil, bireysel ve kendi özelleri içinde yapmalarıdır. Ayrıca, vekillik ayrıcalığının olmadığı süreçlerde dini görevlerin yerine getirilmesi daha doğru değil midir?!.. İktidar ya da muhalefet fark etmez, vekillerimizin umreye gitmeleri biz yurttaşların biriken sorunlarına çözüm olacak mıdır? "Çözüm" artık sadece süreçle ilişkilendirilen bir kavram, biz yurttaşların sorun alanına uğramayan, teğet geçen siyasetin vekiller için umre de dahil fırsata dönüşüyor olması da ayrı bir sorun... Nitekim,  yalnızca kişiler değil, kavramlar ve kurumlar için de geçerli bir tanım "kullanılabilirlik"...