Lütfü Dağtaş- O yıllar bugün olduğu gibi Karşıyaka-Konak-Karşıyaka iskeleleri arasında günlük ulaşımı sağlayan vapur seferleri 20 dakikada bir yapılmaktaydı. Sur, Efes, Bergama, Selçuk adını taşıyan bu körfez vapurlarımızı pek sever, hele hava günlük güneşlikse güverte ya da kıyı kanepelerinde yolculuk etmeye bayılırdık. Karşıyaka'dan Konak İskelesi'ne kalkan bir vapur da 08.45 saatinde hareket ederdi. Bu saatteki tenha vapurun yolcularından birisi de Attilâ Ağabey idi. Basamaklardan ikinci kata çıkar, arkalara yürümez, hemen sağdaki koltuğa oturur, yolculuğu boyunca dalgın mı, düşünceli mi çıkaramadığım bir biçimde Körfez'in Karaburun Yarımadası tarafındaki çıkışına baka baka yolculuğunu tamamlardı. (Daha sonraları düşünmüşümdür hep; o Fena Halde Leman'lar, TV dizileri, Bıçağın Sırtı romanları bu 15 dakikalık vapur yolculuklarında mı kurgulanmıştır, diye). Ben de gazeteye giderken aynı saatteki vapura binmişsem oturduğu yere doğru bakar, göz göze gelsek de, gel otur işaretini alıp, yanına otursam diye istekle beklerdim. Çoğunluk göz göze gelirdik. İşareti alır almaz da yanına otururdum. Pek fazla konuşmazdık. Daha doğrusu onun gündelik yaşama ilişkin sorularını yanıtlardım ve vapurumuz Konak'tan önce ara iskele durumundaki Pasaport'a yanaşırdı. Sonra birlikte iner, kıyı boyu uzanan kaldırımdan gazeteye değin yürürdük. O yıllar bugün olduğu gibi İzmir aşırı nüfus yoğunluğuna sahip olmadığından kaldırımları boştu. Yollarında da çok sayıda araç olmadığından motor gürültüsü, egzoz gazı, klakson sesi gibi rahatsızlıklarımız yoktu.
            
Bir defasında dayanamayıp sordum:
-Attilâ Ağabey, vapur Konak İskelesi'ne de gidiyor ama siz Pasaport'ta iniyor, Konak'a yürüyerek gidiyorsunuz...
Gülümsedi:
-Spor oluyor çocuğum, spor. Yürümek iyi bir spor çeşididir.
Dersimi almıştım.
Pasaport İskelesi'nde indiğimizde denize bitişik kaldırımın bir şeridinde dizili sandalyelerle masalar, İzmirlilerin güzel havalarda oturup çay kahve içtikleri, nargile tüttürdükleri, güneşin batışı anında oluşan muhteşem grubu seyrettikleri vazgeçilmez mekânlarıydı.
              
Gazeteye başladığımın ilk aylarında bir gün İktisat Fakültesi öğrencisi arkadaşım Emine, Demokrat İzmir'de çalıştığımı duyunca, iç geçirircesine 'Ah ne güzel!' dedi ve ekledi: Ne güzel Attilâ İlhan ile birlikte aynı çatı altında çalışıyorsun!
-Tanıyor musun Attilâ İlhan'ı?
-Tanımaz mıyım! Ezberimde şiirleri vardır. Çıkmış bütün kitapları kütüphanemde duruyor. Sisler Bulvarı, Ben Sana Mecburum, dilimden düşürmediğim şiirlerindendir.
-O kitapları Attilâ Ağabey'e imzalatmak ister misin?
Gözlerinin ne denli ışıdığını şimdi bile rahatlıkla görebiliyorum arkadaşım Emine'nin.
-İstemez olur muyum hiç!
-Peki, Attilâ Ağabey'e söyleyeceğim. Kabul ederse 08.45 vapurlarından birinin çıkışında Pasaport'taki kıyı kahvehanesinde bizi beklersin.
-Olur çocuğum, demişti Attilâ Ağabey. Emine ile tanışırız. Kitapları da imzalarım.
Ardından başındaki yıkık şapkasının altından muzip bir gülümseme ile o soruyu da gecikmeksizin patlatmıştı?
-Emine flörtün mü?
-Değil, sadece arkadaşım, demiştim Attilâ Ağabey'e ama orta öğrenimim boyunca ortayı da liseyi de erkek lisesinde okuduğumu (Karşıyaka Erkek Lisesi), bu yüzden kızlara hep uzak olduğumu, flörtümün de asla olmadığını uzun uzadıya da anlatamamıştım. 
Çok geçmeden bir 08.45 vapurunun çıkışında, Pasaport İskelesi'nde karşıladı Emine bizi. Kıyı kahvesinde o saatler kimseler yoktu. Attilâ Ağabey, Emine ve ben masalardan birisine oturduk. Attilâ Ağabey, Emine'ye, getirdiği kitapları tek tek imzalayıp geri verdi. Yıllar sonra bir okuru olarak Emine'nin Attilâ İlhan tarafından ne denli özel taçlandırıldığını daha iyi anlayacaktım.
              *
Bir gün solcu gazetede sendikalaşma yolundaki kıpırdanışlara omuz verenlerden biri olunca istihbarat şefi Akın Kıvanç (solcu gazetenin faşist istihbarat şefiyim, diye sürekli övünmesine çiçeği burnunda idealist bir gazeteci olarak hem müthiş şaşar hem de kendisinden nefret ederdim) ile müessese müdürü Atillâ Bediz beni Attilâ Ağabeyin odasına çağırdılar. O gün Attilâ Ağabey gelmemişti. Müessese müdürü, o yıllar kullanımı yaygın olan tahta terzi metrelerinden birini elini alıp kendi avucuna vurmaya başladı. Tehdidi sezmiştim. İkisi birden uzatmaksızın işime son verdiklerini yüzüme karşı söylediler, 'Eşyalarını toparla!' dediler. Artık Attilâ Ağabey ile 08.45 vapuruna birlikte binmeyecek, Pasaport'tan Konak'taki gazete binasına değin birlikte yürüyemeyecek, dahası yaptığım röportajlarla ilgili bilgi alma amaçlı sorularıma yanıt için Attilâ Ağabeyin şimdi işten atıldığımı tebliğ ettikleri mekân olan bu odasına adımımı atamayacaktım. Odadan çıkarken, heyecanla şiir ve denemelerimi getirdiğimde oturduğum masanın önündeki koltuğa göz atmadan yapamadım. Bu arada Sevgili Attilâ Ağabey, yönettiği ve çarşamba günleri yayımlanan gazetenin sanat sayfasında; 2 Mayıs 1973 tarihinde 'Serseri' ve 15 Temmuz 1973 tarihinde 'İntihar' başlıklı 2 ayrı denememi yayımlayarak beni de ayrıca taçlandırmıştı.
             *
Aradan çok uzun yıllar geçti. Attilâ Ağabey ile bir süre de Ankara'da, Bilgi Yayınevi'ne gittiğinde sürdü komşuluğumuz. Çünkü o yıllarda ben de Ankara'da çalışıyor, yayınevinin yer aldığı Tunalı Hilmi Caddesi'yle bağlantılı Küçük Esat Bağış Sokak'ta yine edebiyat çevrelerinin yakından tanıdığı Oluşum Dergisi'nin yayımcısı Fahrünnisa Kadıbeşegil'in kiracısı olarak oturuyordum. Gidişlerimde bana çay söylüyor, biraz İzmir, Karşıyaka üzerine konuşuyorduk.
Bir gün bir kutu baklava ile gittim Attilâ Ağabeyin yanına.
-Bu ne? diye sordu.
-Demokrat İzmir'i, işten atıldıktan sonra mahkemeye vermiştim. Avukatım Ramiz Sevinç (Attilâ Ağabey de yakından tanıyordu, sonradan ANAP İzmir milletvekili oldu) davayı kazandığımı bildirerek üç bin lira para gönderdi. O paradan aldım ağabey!
                   *
Sonra İzmir'de düzenlenen kitap fuarlarındaki imza günlerinde karşılaşır olduk. Bir defasında Bilgi Yayınevi'nin sahibi Ahmet Küflü'ye beni göstererek, 'Hiç değişmiyor, hep aynı!' diyerek laf attı.

Bir dönem İzmir'de, İzmir Life adıyla aylık yayımlanan bir derginin yazı kadrosundaydım. Artık İstanbul'u mesken tutmuş Attilâ Ağabey ile röportaj yapmam gerekmişti. Telefonlaşıp günü kararlaştırdık ve İstanbul'da, Attilâ Ağabeyin sürekli mesken tuttuğu Divan Pastanesi'nin yolunu tuttum. Çayımı söyledi. Sıra fotoğraf çekimine geldiğinde, başındaki yana yıkık şapkasıyla çektiğim karelerin ardından, 'Ağabey bir de şapkasız çeksem...' isteğimi, 'Olmaz!' diyerek anında reddetti. Demokrat İzmir günlerinde, odasında, bizim geniş istihbarat salonunda şapkasız gördüğüm Attilâ Ağabey'le ilgili bu görüntüyü yakalama şansını çoktan yitirdiğimi o dakika anladım.

*

Karşıyaka Çamlık'ın Unutulmaz Aşkları ve Attilâ İlhan

Yine aradan çok yıllar geçmişti, Aynı dergi için bu kez Karşıyaka'nın unutulmaz aşkları konusunda bir yazı yazacaktık. Attilâ Ağabeye, İstanbul'a telefon açtım, 'Karşıyaka'nın unutulmaz aşkları...' dedim, 'Olmaz olur mu çocuğum. Benim aşkım var, onu yazabilirsin' dedi. Ve telefonda anlatmaya başladı:

-Çamlık'ta o yıllar benim de pek beğendiğim bir kız vardı. Kendisine hep mektuplar yazardım. Çamlık o yıllar tenha, adı gibi çam ağaçları içersinde bir cadde. Bütün sevgililer gizli buluşmalarını Çamlık'ta yaparlardı. Ben de o yıllar sevgilim olan o kıza mektuplarımı Çamlık'ta ulaştırırdım.
-Peki ağabey, neydi o kızın adı, söyler misiniz?
-Olur mu çocuğum, şimdi o makam unvan sahibi birisi, olur mu?
Sonra bu aşk üzerine birkaç tümce daha söyledi ve izniyle dergide yayımladık.

*
Attilâ Ağabeyi yitirmemizin üzerinden bir ay filan geçmişti, Mordoğan'da yazlık komşumuz olan, 1970'li yıllarda tedavüldeki madeni elli kuruşların üzerinde kabartma başlık portresiyle yer alan Sabiha Tansuğ'un evinde çaya davetliyim. Deniz kıyısında sessizlik içindeki bahçesinde çaylarımızı içmeye başlamıştık ki, 'Komşularım' dediği birkaç hanım şen şakrak içeri girdiler. Tanıştırıldık. Çaylarımızı yenilerken, bayanların da Karşıyakalı olduğunu söyleyen Sabiha Hanım birden Attilâ İlhan'ı anımsayıp, 'Başın sağolsun' deyince söz döndü dolaştı, Attilâ İlhan'a geldi.
-Bundan bir süre önce Karşıyaka Aşkları konusunu ele aldığımızda onun aşkını, sevgilisine yazdığı mektupları Çamlık aşkları diye aktarmıştım dergide, diye özetler özetlemez şimdi yaşamda olmayan, İzmir'de, döneminin ünlü gazetecisinin karşımdaki eşi yerinden doğruldu, 'O bendim. Ama Attilâ'yı hiç sevmem. Kendisinden nefret ederim. Çünkü ilk zamanlar bana ateşli mektuplar yazıp kalbimi çelmişti. Kısa süre sonra öğrendim ki Çamlık'taki pek çok kıza benzer mektuplar yazmış. O yüzden ömür boyu hep nefret ettim ondan!' demez mi, dondum kaldım. Bir yandan da şaşırmıştım. Ne demişti Attilâ Ağabey bayanın adını sorduğumda? 'Olur mu çocuğum, o şimdi makam mevki sahibi birisi, olur mu hiç!' Rastlantıya bakar mısınız, işte şimdi o kadınla karşı karşıyaydım.
 
O Attilâ Ağabey ki, henüz 14 yaşında ortaokul öğrencisiyken ilk aşkı Vacide'ye yazdığı aşk mektubunda Nâzım Hikmet'ten yaptığı alıntı şiirin, Vacide'nin babasının eline geçmesi sonucu içeri düşmek zorunda kalmamış mıydı?
*
Şimdi Aksoy Caddesi'nin Körfez'e açılan o ağzında yine Attilâ Ağabey ile karşılaşıyorum. Başındaki yana yıkık şapkası, boynuna doladığı kaşkoluyla dediğim yere büstü dikilerek güzel bir iş yapıldı.

Bugün adı Sur olmasa da Karşıyaka İskelesi'nden Pasaport'a hâlâ o Attilâ İlhan rengiyle ışıltılı vapurlar kalkıyor. Attilâ Ağabeyi sevgi ve saygıyla anıyorum.