Lütfü Dağtaş-Eh, ben de bu işin kalem tutanı olarak halimden memnun olduğuma göre Körfez'imizin güzelliklerine uzun uzun değinmeyi sürdüreceğim. Nasıl sürdürmem ki; bu Körfez'i, dolayısıyla denizi 'kirlenmez' gören gelmiş geçmiş ve gelecek yöneticisinden sokaktaki insanına kadar sevdirmek, bıkıp usanmadan işimiz olmalı.   
    *
    
Hiç şüphesiz pek çok yazar, şair, müzisyen, ressam ile nice güzel insanın ayak bastığı yerdir Birinci Kordon ile Karşıyaka sahili, dolayısıyla Körfez'imizin kıyıları . Onların varlıkları, İzmir'i ayrı biçimde varsıl kılar.
     *
    
Dr. Behçet Uz, anılarında, hiç istememesine karşın, '1931'de İzmir Belediye Reisi oldum' diye yazar. Başkan olduğu yıl, 9 Eylül 1922'de düşman istilasından kurtulmuş olan İzmir'in orta yeri, Alsancak'tan Basmane'ye kadar yanıp yıkılmış, metruk bir alandır. Moskova'daki Kültürpark planları elde edilerek buralarının yeşillendirilmesine geçilir ve bugünkü güzelim Kültürpark yaratılır. Keşke, diyorum, keşke daha oylumlu düşünülseydi de Basmane, Kapılar, Alsancak uzantısındaki Kültürpark, Birinci Kordon'la da bitişik kılınarak arboretum (botanik bahçesi) özelliği ile denize değin uzatılsaydı. Sizce o zaman İzmir'in çehresi bir başka olmaz mıydı? 
      *
     
Bir tarihte yolum Fransa'nın liman kenti Marsilya'ya düşmüştü. Kentte yerleşik bir Türk dostum ile yüzlerce teknenin bağlı olduğu marina boyunca söyleşerek, yeni kararmış havanın tadını çıkara çıkara kaldırımda aheste yürüyoruz. Aylardan eylül, yüreği nakışlandıran güzel bir Akdeniz akşamı. Bir anda aklıma geliyor, dostuma soruyorum:
-Bir yerlerde okumuştum. Burada, kaldırımda, Marsilya'yı Foçalılar kurdu, diye bir yazı varmış, biliyor musun nerede?
 -Bilmiyorum.
      
Konuşmamızın üzerinden ancak birkaç saniye geçmişken, ileride, kaldırım lambasından yayılan sarı ışığın yerde farklı bir yansımaya neden olduğunu fark ediyorum.
      
-Şurada bir yansıma var. Sanki bir metalden yansıyor, gel, o olabilir belki.
Ahesteliğimizi bozup hızlanıyoruz. Evet, kocaman pirinç metalden gömülü bir kare ve üzerinde yazı var. Heyecanla üzerine eğilip okumaya çalışıyorum. Fransızca bir metin ama metinde geçen Marsilya ve Phocee sözcüklerinden demin dostuma sorduğum levha olduğunu hemen anlıyorum. Sevinçle:
-İşte sana sorduğum levha bu! diye sevinçle bağırıyorum. Yazıyı yeniden yeniden okumaya koyulduğum sırada, heyecanım, kaldırımda bizim gibi piyasa yapanların ilgisini çekmiş olmalı ki, hemen çevremize üşüşüyorlar. Birisiyle göz göze geliyorum. Sevincimi paylaşmam gerek. Ona İngilizce olarak soruyorum:
-Phocee nerede biliyor musun?
-Evet. Yunanistan'da bir ada.
Allak bullak oluyorum. Bu kez yanındakine dönüyorum:
-Sen biliyor musun?
-Evet, Yunanistan'da bir eyalet.
Allak bullak olmuşluğuma bir de öfke biniyor. Metal levhadaki tümcede 'Greek' sözcüğü geçtiği için arkadaşlar bizim Foça'yı Yunanistan ile ilişkilendirip yüksekten atıyorlar. Levhanın çevresinde sergilediğimiz hararetli tablo nedeniyle daha da katlanmış olan kalabalıkta, aynı soruyu üçüncü bir kişiye sormanın anlamı yok. Sakinleşiyor ve beklemeye koyuluyorum. Kalabalık dağılıyor. Yazıyı birkaç kez daha okşarcasına okuyor, fotoğrafını çekiyor, omuzlarım düşmüş olarak kaldırımın geri kalan bölümünü yürümeye koyuluyorum.
       
O yıldır bu yıldır, İzmir ya da Karşıyaka sahillerindeki yürümelerimde hep o levha aklıma düşüyor. Ardından bu sözünü ettiğim kıyı boylarımızda kimlerin yürüdüğünü hayal ederek, yürüyenlerden gördüklerimi düşünerek, pirinç levhaları kendimce kaldırımlara sıralı yerleştiriyorum.
        
İlk aklıma gelen ad, Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ümüz oluyor. İzmir sevgisi ayrı bir boyutta olan, çok sevdiği anneciğini Karşıyaka'da toprağa vererek İzmirlilere teslim eden, İzmir'den evlenen, Körfez'in doyulmaz güzelliklerinden guruba karşı, kurtuluş sonrası sarı leblebi eşliğinde rakısını yudumlayan Atamızın Birinci Kordon'daki bir sabah yürüyüşünü, olayın görgü tanığı Naim Oskay'ın ağzından dinlediğimde az heyecanlanmamıştım. O sabahı şöyle anlatmıştı:
      
-Kordon'da yürüyordum. O zamanlar binaların hemen bitimi yol, yolun bitimi de deniz. Ortalık tenha. Tam Naim Palas'ın (şimdiki Atatürk Müzesi) önündeyim. Atamız, ayağında ekoseli golf pantolonuyla karşımdan gelmiyor mu!.. Hem de tek başına... Karşı karşıya gelince ben selam verdim. Selamımı aldı, ters yönde yürüyüp gittik. Bir baktım, Naim Palas'tan korumalar fırlamışlar, Ata'yı arıyorlar. Tabii, hemen ardından yetiştiler. Bu anı hiç unutamam çocuğum.
        
Naim Beyin, Atatürk'ün Kordon'da bulunuşuyla ilgili bir başka tanıklığı daha vardır. 23 Haziran 1934 tarihinde, Atatürk, konuğu İran Şahı Rıza Pehlevi ile birlikte Şehir Gazinosu'na gelir ve halkla iç içe otururlar. Cumhuriyet'in ilk yıllarında İzmir'in, Batı uygarlığına açılan penceresi olan Şehir Gazinosu (Avrupa'dan sürekli caz orkestraları getirmiştir), Birinci Kordon'da, Körfez'den gurubun en güzel seyredildiği yerdedir.