"Uzak, çok uzak gökleri vardır Çukurova'nın, çok uzak yıldızları... Çok uzak çepeçevre mavi, uçuk mavi, mor, uçuk, bakır rengi dağları vardır Çukurova'nın, dumana batmış. Ortasında bir çiçek görkemli..." Böyle güzel anlatıyordu Çukurova'yı 'Ağacın Çürüğü' adlı romanında, böyle güzel ve görkemli... Yalnız bizim değil dünya edebiyatının da en iyi yazarları arasında yer alan, eserleri 40'ı aşkın dile çevrilen koca yürekli yazarımız Yaşar Kemal, "O iyi insanlar o güzel atlara binip çekip gittiler" diye yazmıştı 'Demirciler Çarşısı Cinayeti' kitabında. Uğurladığı o iyi insanlar gibi güzel atına binip gitti, kuşlar da gitti peşi sıra. Biz biraz daha yalnız kaldık yeryüzünün bütün ovalarında...

Yıl 1923, o uzak gökyüzü altında, sıcak yaz akşamlarında dama serilen yer yatağında başını yastığa koyduğun zaman, uzak dağ köyleri gibi görünen o uzak yıldızların altında açtı gözlerini dünyaya... Ailesi yıldızlara daha yakın yerlerden Van Erçiş'ten, o dönem Adana'nın ilçesi olan Osmaniye Hamite (Gökçedam) köyüne göç etmişti. Doğduğu topraklarda roman gibi bir çocukluk geçirdi. Pamuk tarlalarında, patozlarda ırgatlık yaptı. Çeltik tarlalarında su bekçiliği, köy öğretmen vekilliği, traktör şoförlüğü gibi pek çok işte çalıştı.

Eserlerinde ilk adımların toprağa atıldığı evleri, portakal çiçeği kokulu Çukurova'yı, acıyı, sevinci, mutluluğu, her şeyi burada yaşadım dediği o kızgın toprakları, Toroslar'ı, yöre insanını bütün gerçekliği ile anlattı. Üstün gözlem yeteneği sayesinde geçtiği her yerden bir arı misali renkler, sözler, türküler, öyküler toplayıp hafızasının bir köşesinde biriktiren yazar, bunları harmanlayıp okuyucuya yaşıyor hissi veren, ayrıntılı ve canlı betimlemelerle yazıya döktü. "Hep Çukurova'yı anlatıyorsunuz Çukurova bitince ne yapacaksınız?" diye soranlara cevabı hazırdı; "Çukurova tükenmez ki!" Çukurova direngi noktasıydı aslında onun için, o Çukurova'dan dünyaya, bütün insanlığa seslendi.

Biz onun gölgesinde büyüdük. Onun serin gölgesine sığındık Çukurova'nın o sarı sıcağından. İnsanın evrende gövdesi kadar değil yüreği kadar yer kapladığını ondan öğrendik. Ondan öğreneceğimiz çok şey var daha. Bize miras olarak yalnız kitaplarını değil, hayatı boyunca her şartta savunduğu demokrasi ve özgürlük mücadelesini bıraktı. Sen, ben, biz, öteki diye parçalara ayrılan deliliğin kapılarını zorlayan bu ülke insanlarına bir arada yaşama adına namuslu, mert bir duruş bıraktı.

Herkesle iyi anlaşan, insanın arkasından değil ne söyleyecekse yüzüne söyleyen Yaşar Kemal ile ilgili Zeynep Oral'ın paylaştığı anı, onun yaşamla ve insanlarla kurduğu o derin bağı çok güzel anlatıyor: Yıl 1974, Yaşar Kemal, Elia Kazan ve ben İstanbul'dan yola çıktık. Truva, Bergama, İzmir yolculuğundayız. Bergama'ya geldiğimizde ben dolaşmaktan yorgun düşmüştüm. O ikisi gezip her taşı incelemeye devam ediyorlardı. Bir ara yanıma bir genç geldi. Elia Kazan ve Yaşar Kemal'i göstererek 'Kim Bunlar' diye sordu. Neden sordun dedim. Genç; 'Deminden beri onları izledim. Biri Türkçe konuşuyor, diğeri İngilizce, ama bir anlaşıyorlar, bir anlaşıyorlar ben bu işten bir şey anlamadım' dedi. 'Biri İngilizce öğretmenim (Elia kazan gizli geldiği için öyle diyorduk) öteki ise Yaşar Kemal' deyince gencin yüzü aydınlandı ve şöyle dedi; "Ha o zaman anlaşıldı. Yaşar Kemal Toroslar'da ağaçlarla, sularla, dallarla, çiçekler, böcekler, arılarla bile konuşur anlaşırmış. Bu İngiliz'le mi anlaşamayacak!"
Yaşam bize öğretti ki giden güzel atlılar geri dönmüyor. Hem sen değil misin üstad, 'Düşünmek, en küçük anlamda var olmak demektir' diyen. Bize düşen o düşünceyi büyütüp, yaşatmaktır artık. Demirin tuncuna, insanın piçine rağmen...

Derelerinin akışını, ovalarını, ağaçlarını, kuşlarını sayfalar dolusu betimlediğin o sonsuz doğanın koynunda, ışıklar içinde uyu...