Oryantal dünyada politikacılar neden halka verecekleri mesajları medyada değil de meydanlarda vermeye çalışıyorlar? Üstelik internet ortamından her türlü fotoğraf, ses kaydı ve video paylaşabilme şansı varken ve halkın çok büyük bir bölümünün evlerinde bilgisayar ve ellerinde cep telefonları ile olan biteni takip etme şansı varken, neden bu insanları sıcakta soğukta bir kentin meydanında üstelik her türlü saldırıya açık bir halde toplayarak hamasi konuşmalar yapmayı yeğliyorlar?
Bunun bazı olası nedenleri olabilir elbette ama ilk akla gelen ve bir karşılaştırma unsuru olabilecek olan örnek; bazılarının bir futbol maçını evde televizyondan izlemek yerine stadyuma giderek, bununla da kalmayıp, üstüne para vererek ve artık eskisi kadar güvenli olmayan bir ortamda kalabalıkların arasına karışarak itiş-kakış bir halde maçı izlemeye gitmeleri olabilir. Benim de birçok kez maçlara gitmişliğim vardır, hatta bunların bazılarında stadyumda birçok şeye aynı anda odaklanmaktan golleri bile göremediğimi anımsıyorum. Sanırım halk da seviyor bu tarz gösterileri yani eski Roma’da gladyatörleri izlemeye giden halkın bağırış- çağırış kölelerin vahşi hayvanlara karşı savaşını izlemek onlara zevk verirdi, ya da bir sirk gösterisinde yetenekli akrobatların, palyaçoların ya da bazı eğitilmiş vahşi hayvanların deyim yerindeyse maskaralıklarını izlemek de eğlencelidir ama öte yandan bir parti liderini bir meydanda kanlı canlı görmek ve onun sesini duyarak, onlar için vaatlerini sıralarken, rakiplerine verip veriştirmesini dinlemek onlara bir düğüne gitmek kadar eğlenceli geliyor olabilir.
Orada olmak ve diğer taraftarlarla aynı idealleri paylaşmanın verdiği beraberlik duygusu da etkili bir motivasyon olduğunu kabul etmeliyiz. Bu hayatlarında pek de heyecanlı bir şey olmayan kalabalıkların pikniğe ya da bir düğüne gider gibi bir meydana her türlü olası tehlikeyi göze alarak gitmeleri ve ellerine verilen ulusal ve parti bayraklarını konuşmanın akışına göre orada çalınan bir müzik eşliğinde sallamalarının onları eğlendirdiğini de varsayabiliriz.Bütün bunlara rağmen hiçbir parti liderinin oraya gelen kalabalıklara bu saatte burada ne işiniz var, ya da sizin işiniz gücünüz yok mu ya da yapacak daha iyi bir işiniz yok mu demesi beklenemez elbette ama benim aklımdan ilk geçen şey bu olmuştur her zaman. Çünkü bunu sorsaydılar eğer; bu cevabı bilinen bir soru olurdu ve bu tuhaf soruya karşı onlar da; zaten daha iyi bir alternatifimiz olsaydı ,bu saate bu sıcakta veya soğukta bu kalabalığın içinde ne işimiz olabilirdi ki diye cevaplayabilirlerdi. Doğrusu bu insanların çok büyük bir bölümü borç içinde yaşarlar ve aldıkları kredileri ödemekle geçer hayatları; örneğin bu mitinge gidin ya da gitmeyin diyerek her birine hatırı sayılır bir para teklif etmiş olsanız; bunun üzerinde ciddiyetle düşüneceklerinden emin olabilirsiniz. Çünkü bir borcu kapamak ya da çocuklarını sevindirmek mitinge gitmekten daha önemli olacaktır.
Bir Holywood yapımı filmde kurnaz bir politikacı sanırım merakını gidermek ve halkın konsantrasyonunu ölçmek için kendisini dinlemeye gelenlere şöyle seslenmiş ve karşılığında çığlıklar ve alkışlarla çok yaşa sesleri yükselmişti. Peki ne demişti? “Yaşasın bir kilo patates ve patlıcan..” ya da bunun gibi bir şeydi. Ama kimse onu dinlemiyordu ki, halk oraya onu alkışlamaya gelmişti ve halkın hoşuna giden şey ise sevdikleri ve destekledikleri birini alkışlamaktı. Bir gün beni sevdiğine inandığım bir kadının bana anlamsız bir şekilde kızdığında ona neden bunu yaptığını sorduğum zaman “Sana kızmak hoşuma gidiyor” demişti. Ve o günden beri halkın bu anlamda dişilik özellikleri gösterdiğine inanırım.Halk çok saçmalamadığınız takdirde sizi dinlemez bile, ancak sevdikleri ve bağlandıkları hatta kendilerinden olduklarına inandıkları kişiye sadece inanırlar. Bu bir aşktır aslında ve ironik olan ve tehlikeli olan da budur, çünkü insanlar her zaman birine bağlanmak istemişlerdir ve bu yüzden kimbilir belki de aşk denilen olgunun temel motivasyonu da işte budur.
Bugüne kadar muhafazakarlar halkın kendilerinden olduğuna inandıkları bir lidere büyük sempati göstermişler ve onun kendilerini küçümseyen burjuvaziye karşı koruyan bir çeşit Robin Hood olarak karşılamışlardı, kim ne derse desin o da bir zamanlar kendilerinin yaşadıkları çevreden bin bir türlü acılar çekerek bu noktaya gelmişti ve şimdi her fırsatta onlara bağlılığını sunuyor ve onların daha iyi yaşamaları için savaşıyordu. Buna karşın demokratların daha entelektüel ve liberal gözüken tavırlarına sahip liderleri veya adayları yoksulluk içinde boğuşan halka hiç de kendilerinden biri gibi gelmiyor olabilirdi ve bu nedenle onlara oy vermekte tereddüt etmiş olabilirlerdi. Demokrat entelektüellerin bir bölümüne göre bu halk güvenilmezdi, bazılarına göre ise sorun liderlerindeydi ama bazılarına göre ise örgüt olarak gereken çabayı göstermiyorlar ve bu halkı fazla hafife alıyorlardı. İşte bu günlere bu şekilde gelindi ve miting savaşlarında demokratlar ilk kez halkın kendisinden olduğuna inandığı “gariban” birini karşılarında bulunca ona karşı bir sempati gösterdiler. Bu garibanlık öyle ilginç bir kavram haline gelmişti ki, yeni demokrat lider kendisini “gariban” olmakla eleştiren iktidar liderine karşı bu kavrama hemen sahip çıkarak puan toplamaya başlamıştı bile. Anlaşılan halkın gözüne girmek için duruma göre gariban olmanız gerekiyordu ama olduktan sonra da halkı garibanlıktan kurtarmanız daha büyük bir erdem olarak kabul ediliyordu.
Olaylar bu şekilde akarken demokratların liderleri muhafazakar lidere her fırsatta istedikleri bir televizyon kanalında tartışmayı öneriyorlar ve onlar da her fırsatta bundan kaçınıyorlardı. Çünkü muhafazakar lidere göre bu medya tartışmaları meydan tartışmalarına benzemezdi, dediğine göre bu tartışmadan demokratlar prim yapabilirdi yani kendisini kullanarak oy oranlarını arttırmaları beklentisi olabilirdi ancak herkesin dikkatinden kaçan şey ise demokratların böyle bir tartışmadan prim yapabilecek olmalarına karşın aynı şekilde iktidar kanadının ve liderinin de prim yapabilme şansı olmasıydı. Peki demokrat liderler neden medyadaki tartışmada kendilerine bu kadar güveniyorlardı? İki nedenle: Bir tanesi, bir zamanlar bir belediye başkanına gösterdiği sakin ve nezaket dolu cevaplarla soğukkanlılığını koruyan bir liderleri vardı ve şimdi daha da iyisi, bir başkan adayı hem soğukkanlı hem de gerektiğine halkın daha kolay anlayabildiği türden bir tavır içinde onların arasından gelmiş ve 16 yıllık milletvekilliği sırasında 14 yıl kirada oturmuş bir kamyon şoförünün oğlu, hem mizah anlayışı hem de sakinliği ile göz dolduruyordu. Öte yandan hangi taraftan olursa olsun medyada olan tartışmalarda ortaya attığınız bir iddia söz konusu olduğunda hemen kameralar öteki tarafa dönüp ne diyorsunuz bu iddiaya denildiğinde, karşı tarafın gerektiğinde bunun aksini belgelerle kanıtlama şansı olabilirdi; oysa meydanlarda havaya atılan iddiaları kim yakalarsa onun elinde kalabiliyordu ve halkın söylenenleri unutma gibi bir alışkanlığı vardı. Oysa televizyonda söylenen bir iddiaya anında cevap vermek ve sadece soru soranı değil izleyenleri de ikna etmek zorundaydınız. Ancak bazı liderlerin güçlü imajları söz konusu iken, sadece yanlışlıkları kabul etmeye yanaşmadıkları, ya da sakin kalmayı beceremedikleri için meydanları medyaya tercih etmeleri büyük olasılıktır. İşte bu yüzden muhafazakarlar ne olur ne olmaz diyerek bir açık vermeyelim diyerek meydan savaşlarına medya savaşlarından daha çok önem vermeleri güçlü olasılık gibi gözküyor.
Meydan savaşlarında iktidarda olanların şansının elbetteki daha büyük olması ne yazık ki muhalefet için bir şanssızlık oluyor. Çünkü iktidar sahipleri şunları yaptık derken, uzun zamandır iktidarda olmayanlar ise biz de bunları yaptık diyemiyorlar ama yapacağız diyerek yoksul insanları ikna etmek o kadar da kolay olmuyor. Dolayısı ile seçmenin aklı bir tarafta kendisine zaten bir avantaj sağlayanlar ile diğer tarafta sağlayacak olanlar arasında bir saatin sarkacı gibi bir o yana bir yana gidip geliyor. Ancak iktidar sahipleri yaptıkları her şeyi kendi ceplerinden yapmadıklarını halk bilemese de muhalefet de genellikle yaptın ama ben de yaparım derken, aslında bende kendi cebimden yapmayacağım nasıl olsa demek istediğinin kimse farkında bile olmuyor.
Aslında muhafazakarlar ile demokratlar arasındaki savaş; ekonomi cephesinde sürüyormuş gibi gözükse de gerçek o değil. Çünkü ekonominin kuralları sizin dünya görüşünüze göre değişmez. Ortadoğu da sorun ekonomik olmaktan çok ötede, siyasal bir anlayış sorunu olarak gözüküyor. Demokratlar batı standartlarında bir yaşam hayal ederlerken muhafazakarlar batıya meydan okumayı daha çok seviyormuş gibi bir portre çiziyorlar. Ne yazık ki Ortadoğu’da belki halkın genetik yapısına yansımış bir yaşam kültürünün, teknik bir devletten daha çok askeri güce dayalı bir sosyo-ekonomik bir geçmişe bağlı olmasına paralel olarak bir diplomasi sorunu vardır ve bu nedenle rasyonel olmaktan çok duygusal davranmaya eğilimlidirler ve bunun farkında olan Anglo-sakson dünyası bunu gerektiğinde çok iyi bir stratejik malzeme olarak her zaman kullanmışlardır. Sanayinizin büyük ölçüde dışarı bağımlı olduğu bir ekonomide meydanlarda atıp tutmak kolayken, medyada tartışmak istememelerinin bir nedeni de bu olsa gerek, çünkü orada işbirliği ve uzlaşma arayışı daha çok ön plana çıkacaktır; oysa halkın beklentisi kendisini hafife alan Batı dünyasına bir zamanlar olduğu gibi meydan okunabilmesi yani halk deyimi ile haddini bildirmektir.
Bütün bu değerlendirmelerin ışığında şunu söyleyebiliriz. O saatte güneşin altında ya da soğuk ve yağmurlu bir havada liderlerini dinlemeye gelen insanlar liderlerinin miting alanına ne söylediklerini dinlemeye gitmezler aslında, onun kendilerini ne kadar onurlu ve gururlu bir millet olduklarına yönelik söylemlerini dinlemeye giderler; sözler uçar gider, hiçbir şeyin bir çırpıda değişmeyeceğini yine en iyi onlar bilirler ama bu coğrafyada bunu dile getirmenin en iyi yolu medya değil, meydanlar gibi gözüküyor.