Bugün ne tarz bir şey yazacağıma karar verecek olan dokuz ilham perisi çevremde dolaşıyor. Hangisi bana dokunursa ben o tema  ile yazacağım ve siz okuyucularımız da onu okuyor olacaksınız. Şu anda  Melpomene yani trajedi perisi bana dokundu ve bu yüzden başlangıçta sizlere biraz trajik olaylardan söz edeceğim. Ama sonrasında diğer ilham perileri de bana dokunursa birlikte  trajedilerden şiir ve dans’a oradan da müziğe hatta epik şiirlere kadar uzanabiliriz.
Gerçekten M.Ö.9.yüzyıldan başlayarak MS 2.yüzyıla kadar süren zaman dilimini kapsayan klasik dönem şairleri İlham Perilerini ilahi ilham kaynakları olarak görürlermiş. Eski şiirler genellikle şairin ilham perisini davet etmesiyle başlarmış ve ben de bu yüzden Romalı şair Virgil’in Aenei şiirindeki gibi ilham perisinden anlatacaklarıma aracılık etmesini istedim.

Yunanistan’da Korent körfezinin kıyısı ile Parnassus Dağı arasında kutsal olarak bilinen bir kasaba olan Delphi, Eski Yunanlı’ların inanışına göre yeryüzünün tam ortasıydı. Milattan önceki çağlarda burası şiir ve müzik tanrısı Apollon’un tapınağı olarak bilinirdi ama Apollon aynı zamanda gelecekten haber veren bir tanrıydı. Antik Yunan’da ve Roma’da kahinler bugünün falcılarına benzerlermiş  ancak o zamanların kahinleri Yunanistan’ın her yerinde bulunan bu tapınaklardan aldıkları bilgileri  ister bir kral ya da  tiran  veya halktan birileri olsun  gelecekle ilgili sorulan  sorulara  bir cevap olarak sunarlarmış.
Örneğin Lidya Kralı Croesus Dephi’li kahinlere Pers ülkesine yapacağı seferin başarılı olup olmayacağını sormuş. Onlar bu savaşın sonucuna yönelik olarak söyledikleri şeyler Kral’ın duymak istediği bir cevapmış ama savaşın sonucunda büyük bir krallığın tarihten silineceğini de söylemişler ama Croesus bunun kendi krallığı olduğunu tahmin edememiş elbette.

Şimdi başka bir trajik olaya geçelim. Roma takvimine göre “Ides” her ayın ortasındaki bir güne verilen addır ve tüm diğer tarihler hesaplanırken bu dönemin esas alındığını biliyoruz. M.Ö 44 de, Mart ayının “Ides” i ise Roma tarihi için çok önemli bir gün olacaktır. Çünkü kahin Sezar’a mart ayının 15 ine dikkat etmesi gerektiğini söylemiştir  ve o gün geldiğinde Sezar Roma senatosuna giderken aynı kahinle karşılaşınca ona şöyle sorar:
“ Bak, martın on beşi geldi, ama hala bir sorun görünmüyor”  
Kahin ise Sezar’a şu cevabı verir.
“ Evet , ama gün daha henüz bitmedi.”
Ve kısa bir süre sonra Roma’nın bu ünlü komutanı en güvendiği dostlarından biri olan Brütüs’ün de içinde bulunduğu bir grup tarafından bıçak darbeleri ile öldürülür. İşte buna benzer lanetli günler gibi  antik Romalılar’ın takvimlerinde çok sayıda dini festival vardı ve bu kutsal günlerde hiçbir iş yapılmaz ve Roma’da hayat tamamen dururdu. Örneğin şubat ayında yapılan  Lupercalia festivalinde  aristokrat sınıfa mensup gençler halkın arasında çıplak bir halde koşarlar, deri kayışlarla kadınlara vururlarmış. Bazen de Romalılar, omuzlarının üzerinde arkalarına bezelye atarak ölülerini beslediklerine inandıkları ayinler yaparlarmış. Ama bu festivallerin sayısı o kadar artmış ki imparator Marcus Aurelius festivallerin sayısını 135’ le sınırlamış ancak bu kadar festival içinde bazıları  Roma takvimlerinde özel bir kırmızı mürekkeple işaretlendikleri için hala halkın dikkatini çekmeye devam ediyormuş.

 Bizim hayatımızda da böyle  kırmızı ile işaretli günler var mıdır ? Bazen gerçekleştiği için evrene minnettar kaldığımız ya da talihimize lanet ettiğimiz günler…Ama tam bu noktada ben 1646-1716 yılları arasında yaşamış Alman düşünür Leibniz’in şu sözlerini anımsayarak sorularıma bir cevap yetiştirme kaygısı içinde rahatlıyorum. Şöyle demişti : “Hiçbir doğru ya da varlık, hiçbir gerçek önerme onun neden böyle olduğunu ve başka türlü olmadığını belirleyen yeterli bir neden olmaksızın var olamaz” Öyle ise bizim hala bilmediğimiz sırların olduğu bir evrende misyonumuzu gerçekleştirmiş olmak bizim için kutsal  bir zafer olmalıdır.

Eğer bu zaferi hak etmişsem kadın başlı, aslan vucuduna sahip, yırtıcı ve vahşi kuşlara benzer kanatları olan ve Mısır Firavunlarının başkenti olan Teb şehrinin yakınlarında bir mağarada yaşayan bir canavarın sorusunu bilmiş olmalıyım. Çünkü eğer sorduğu soruyu  bilemeseydim  diri diri yenmiş olabilirdim. Sfenks bana  hangi yaratığın bazen üç, bazen iki ve bazen de dört ayağı ve bacaklarının sayısı en az olduğunda en güçlü olduğunu sormuştu. Cevap şuydu:
“Bebekken emekleyen, yetişkin olduğunda yürüyen ve yaşlandığında bir değnek yardımı ile yürüyen insan”
 Ama ben de  bu doğru cevapla  sadece zafer kazanmakla kalmadım ve benle birlikte çevremdeki herkes bu  canavardan kurtulmuş oldu. Çünkü doğru cevabı duyan Sfenks kendini uçurumdan aşağıya attı. Böylece ben de  kelimeleri oluşturan harflere ve cümleleri oluşturan kelimelere neden bu kadar  ilahi bir anlam yüklediğimin  altında yatan nedenleri  daha iyi anladım. Bazen her şeyin sadece tek bir ana sığması gibi gerçeklerin tek bir cümlede özetlenebiliyor olması her zaman gizemli gelmiştir bana.
Peki o güne kadar Sfenks’in bilmecesini bilen tek kişinin sadece bilmeden babasını öldüren Oedipus olmaması size ilginç gelmiş olmalı.

Bunu ben de düşündüm yani sorunun cevabını nasıl biliyordum? Teb kentinden söz etmiştik, işte bu kentin Kralı Laios’a kahinin biri, doğacak oğlu tarafından öldürüleceğini söylemiş ve sonrasında kralın karısı Jokaste  bir erkek çocuk dünyaya getirince  kral bu çocuğu hemen dağa çıkarıp ölüme terk ederek kahin’in söylediği kaderden kaçacağını düşünmüş ama dağdaki çobanlar çocuğu  bulunca   bana getirdiler ve  biz de  onu evlat edinenlerden  birisi olarak ona Oedipus adını verdik.
Ama günlerden bir gün  yaşlı bir adamla yol için kavga eden Oedipus  yaşlı adamı öldürünce Ne yazık ki öldürdüğü yaşlı adamın  gerçek babası olduğunu  bilmiyordu ve bu yüzden  daha sonra bir tesadüf eseri olarak  annesi Jokaste ile yine bilmeden evlendi. Bunu ne ben ne de başkaları ona önceden söyleyebildik çünkü Delphi’li kahinler  olması gerekenin olması gerektiğini söylemişlerdi ve öyle de oldu. Oedipus bu acı gerçeği öğrenince kendi gözlerini çıkarıp hayatının geri kalanını karanlıklar içinde pişmanlık duyarak geçirdi.

 Ama bu noktada mitolojide bir şekilde yer aldığıma göre ben de o esnada sorunun cevabını öğrenme şansını yakaladığım için,  onu yetiştiren , büyüten  ve ona  Oedipus adını veren kişinin üvey babası olduğumu düşündüm;  bunun böyle olmasının ise  sonucu etkilemediğini varsayarak yaşadım hayatımı ama sonrasında benim öyküm farklı trajedilerle devam ettiği için Aristo’nun  Katarsis dediği  bir aydınlanma ile herşeye rağmen kaderimi sevmem gerektiğine inanmış bir halde zamanın bu noktasında buldum kendimi.  Ve eğer sizler  Oedipus’un hikayesine  inanıyorsanız bu söylediğime de  inanmamanız için hiçbir nedeniniz olamaz. Çünkü ünlü Psikanalist  Freud’un  bundan esinlenerek  Oedipus kompleksi diye bir olguyu açıklamaya çalıştığını hatırlatmak isterim.

Bütün bu olanlardan sonra trajedi perisi   Melpomene yeniden sahne alarak artık arınma zamanının geldiğini fısıldadı kulağma. Öyle ise  Yunan ve Roma mitolojisinde Lehte nehri diye bilinen ama Yunanca adı Oblivion olan ve yer altı dünyasının beş büyük nehrinden biri olan  nehirde yıkanarak her şeyi unutabiliriz. Çünkü bu nehrin suları bu güce sahip olduğu için öldükten sonra ruhlarımız yeni  bedenlerde  tekrar dirilmeden önce  eski hayatlarımızın izlerini tamamen silmek amacıyla bu nehirde yıkanmak zorunda olduğumuz bize söylenmişti ve ben de eskiye ait ne varsa unutmak için bunu yapacaktım.

Bazen geleceği gerçekten bilmek ister miydim diye merak ediyorum? Kanımca her şeyi önceden bilseydik  o zaman yaşamda bize savaşma gücünden ve motivasyondan eser kalmazdı. Zaten hiçbir şeyin kesin olmadığı bir evrende belki bu anlamda falcılar bile bize sadece güçlü olasılıklardan söz ediyorlarsa  bize yine sadece umut kalıyor.  Tam şu anda Kalliope denilen epik şiir ilham perisi sanki bir kedinin patisi gibi yüzüme dokunuyor ve bana 1594 yılları arasında Marlowe  tarafından  yazılmış ve  Yunan mitolojisinde dünyanın en güzel kadını olarak anılan Truvalı Helen’den söz edilen şu şiiri yazmamı istiyor.

“Bu, binlerce gemiyi yola çıkaran ve -Illium’un uçsuz bucaksız kulelerini yakan bu yüz müdür?-Tatlı Helen, bir öpücük ver ve beni ölümsüz kıl.”
Ben de bu şiiri okuduktan sonra şarkılar söylemek istedim çünkü müziğin iyileştirici gücü olduğunu daima hatırlama gereğini duyarım. Çünkü Euterpe müzik perisi kulağımın dilbinde kurmam gereken cümleleri tekrarlamaya başladı bile. Ben de şair ve müzisyen Orpheus gibi söylediğim şarkılarla gökteki kuşları baştan çıkarıp vahşi hayvanları bile ehlileştirme hayali kuruyorum. Şimdi ağaçlar, bitkiler ve tüm çiçekler benim müziğimi dinlemek için önümde eğilecekler. Sonrasında bu güzel müziklerin eşliğinde eğer bir aşk arıyorsam da onu Kıbrıslı bir heykeltıraş olan  Pygmalion gibi kendim yaratacağım. Belki onun kadar güzel bir fildişinden bir kadın heykeli yapamasam da yapacağım benzer bir kadın heykelciği Truvalı Helen kadar güzel olacak  ve ben onun o güzelliğini seyretmeye doyamayacağım. Ve tanrıça Afrodit bu sadakatimi görüp de onu gerçeğe dönüştürünce  onun  sadece benim değil içten bir aşka inanan herkesin  kraliçesi olmasını dileyeceğim.
Ve sonra da sözlerimi Marcus Ayrelius’un şu sözleri ile bitirieceğim:  “Var olan her şeyin , adil bir şekilde meydana geldiğini düşünün; eğer dikkatli incelerseniz gerçekten de öyle olduğunu görürsünüz.”  Şimdi ise sanırım tüm hayatım bu sorunun cevabını aramakla son bulacak, yani  gerçekten öyle mi  acaba diyerek?