Simge Özden-Gazeteci-yazar Hakan Tartan, 20 yıldır biriktirdiği ölüm ilanlarını Ölümün İlanı Son Ses isimli kitabında topladı. Kitapta bir araya gelen ilanlar, 100 yıl öncesinden başlayarak günümüze uzanıyor. Tartan, böyle bir kitabın üzerinde daha önce çalışılmadığını belirterek, 'Değil Türkiye'de belki de dünyada ilk defa böyle bir çalışma yapıldı' dedi.

Bakan, milletvekili, belediye başkanı, gazeteci kimliklerinin yanı sıra yazar Hakan Tartan ile son kitabı Ölümün İlanı Son Ses hakkında zaman zaman ikimizin de gözlerinin dolmasına neden olan bir söyleşi gerçekleştirdik. Her daim ölüm gibi bir gerçeği gözardı edebiliyoruz. Etrafımızda duyduğumuz ölüm haberlerinin bir gün bizim de başımıza geleceği aklımızdan çıkıyor. Hal böyle olunca sevdiğimiz insanlara yeterli zamanı ayırmayıp geçirilecek güzel vakitleri erteliyoruz. Hakan Tartan, 20 yıldır biriktirdiği ölüm ilanlarını babasının ölümü ile beraber kitaplaştırmaya karar vermiş. 'Babamın ölümü beni çok etkiledi. İşlerim nedeniyle yurt dışına o kadar çok gittim ki... Ama bir kere 'Gel baba, beraber gidelim' demedim. Onun pişmanlığı, keşkesi vardır bende. Bu kitapla beraber insanlar belki de acılarını, hüzünlerini bir nebze olsun hafifletirler. Sevdikleri insanlara daha fazla zaman ayırıp erteledikleri şeyleri yaparlar' dedi.

*Ölüm ilanlarını bir kitap çalışması haline getirmeye nasıl karar verdiniz?

O kadar duygu yüklü ki. O kadar pişmanlık, hüzün ve acı var ki. Ben eskiden beri arşive dayalı çalışırım. Bu bana gazetecilikten kalma bir alışkanlık. Saklarım, biriktiririm, dosyalarım. Uzun yıllar önceydi, gözüme bir ilan çarptı. Pişmanlık, özlem, itiraf dolu. Kestim, sakladım. Sonra başkaları, başkaları geldi. Bir de baktım yıllar sonra yüzlerce ilan. Uzun yıllar bakanlık, milletvekilliği, belediye başkanlığı gibi görevlerde de bulundum. Kendi istediklerimi yapamadım. Siyasete nokta koyunca arşivleri elden geçirdim. O süreçte babamı kaybettim. Hani Cemal Süreya demiş ya: 'Sizin hiç babanız öldü mü?/ Benim bir kere öldü/ Kör oldum' diye. İlanlar çıktı karşıma. Ölüm ilanları. Son sesler. Öyle sanıyorum ki sadece Türkiye'de değil, dünyada bir ilk bu çalışma. 100 yıllık bir süreç. Yazayım, belgeleri ortaya koyayım, insanlara son pişmanlık fayda vermezi anlatayım istedim.

*Kitapta son 100 yıla ait tanınmış, tanınmamış pek çok kişinin ilanı var. Bu ilanları hangi kaynaklardan nasıl bir çalışmayla taradınız? Bu kitaba gireceklere nasıl karar verdiniz?

1979 yılında Milliyet'te gazeteciliğe başladım. Sonra Sabah ve Hürriyet. Siyasetle geçen yıllarımda da her gün en az 4-5 gazete okudum. Hastalık gibi bir şey bu. Dile kolay, 35 yıl. Hala aynı. İşte okudukça kestim, ayırdım, zaman zaman gözlerim doldu, ağladım. Çalışmanın geçmişi 20-25 yıldır. Diğer ilanları da uzun süreli bir tarama ile seçtim. Binlerce ilan. Kütüphaneler, gazete arşivleri, sarraflar. Zor bir karardı. Binlerce ilan. Bir bölümünü ben eledim, bir bölümünü yayınevinden değerli arkadaşlarım eledi, kitaptaki sayıya indik.

*Neden insan ölümü hatırlatan ve ölüm ilanlarının olduğu bir kitabi arşivinde tutmak ister?

Yaşamın en temel gerçeği, belki de en zor aşaması. Çare bulunamayan bir son ölüm. Doğduğumuz andan itibaren aslında ölüme doğru bir yolculuk da başlıyor. Kimimiz erken fark ediyoruz bu gerçeği, kimimiz daha geç. Aslında ne kadar erken bu gerçekle yüzleşirsek o kadar iyi galiba. Çünkü sonrasında hep pişmanlık, hep özlem, hep ah vah. Bitmek tükenmek bilmeyen keşkeler. Unutmayalım ki yaşamaya başladığımız ilk gün ölüme de bir adım yaklaşıyoruz. Son günümüz, sonsuzluğun da doğum günü. Bu anlamda bir rehber bu kitap. Ne kadar az pişmanlığın olursa, ne kadar az keşke dersen o kadar huzurlusun, mutlusun. Herkes adına ben günah çıkardım bir ölçüde. Ben söyleyeceklerimi ifade ettim, birçok yerde düşünürler, yazarlar, şairler de eşlik etti bana. Sadece ölüm ilanlarının bir köşesinden gözyaşı akan satırlar değil bu kitap, bir derin yaşam felsefesi, ölüm denen son perdenin hatırlattıkları bir yerde.

*Ölüm ilanlarının ölüye saygı ötesinde sizce önemi ne? İlanların da edebi bir değeri var mı?

Müthiş bir duygu yoğunluğu. İnsanların o güne dek içlerinde, yüreklerinde sakladıkları inanılmaz bir sevgi. Bastırılmış, sindirilmiş, bir yerlere hapsedilmiş sözcüklerin özgürlüğe kavuşması. Çok uzaklarda da olsa birilerine ulaşması. Söyleyemediklerimiz, anlatamadıklarımız, ifade etmekte zorlandıklarımız. İşte ölüm ilanlarında her şey özgür. Hiçbir kalıp yok, hiçbir çekince de. Onun için ilkçağlardan beri bütün düşünürler, ölümde herkesin eşit olduğuna vurgu yapar ya. Duygu, sevgi, özlem güzel şeyler. Bunları gazete sayfalarında da olsa ifade etmek. Belki ilk kez. Düşündüğümüz gibi. İçimizden geldiği gibi. Bu yaşadığımız belki de ölümle ilk yüzleşmedir. Yaşamın en zor süreci. Onun için önemli. Bir edebi değeri var mı tartışılır. Ama insani değeri, sevgi, saygı ve duygusallık çok önemli. Anne Frank'ın mektupları bugün hala ne kadar güncelse, ne kadar önemliyse, ölenin ardından yazılan satırlar da bence o kadar değerli. Şaşırtıcı ama içlerinde hikaye, şiir tadında olanlar da var.

*Peki yıllar içinde bu ilanlar nasıl şekil değiştirmiş

Eskiden daha belli kalıplar içinde. Şu aileden gelme, şu makamda bulunan, geçmişinde şu başarıları elde etmiş şu kişi deniyor. Hangi hastalıktan vefat ettiği bile vurgulanıyor. Net ve katıksız bir duygusallık var. Aynı zamanda bir ciddiyet. Bu günün ilanları daha özgür. Açık, daha duygu yüklü. Zaman, mekÇn, konum önemli değil. Sevgi ve özlem ağırlıklı. Tabii son yıllarda makamlar için verilen ilanlar da var. Onları ayrı tutuyorum.

*Ölüm ve yaşam size neyi ifade ediyor?

Ölüm; zamanını ve yerini bilmediğimiz bir son. Perdenin kapanması. Ölüm: eşitlik. Derin bir uyku. Artık yok olma. Hepimiz ölüme yazgılıyız. Aslında korkunç olan ölüm değil, ölmek. Bunu görmemiz gerek. İş işten geçmeden. Bir insanın ölümü en çok geride kalanlar için sorun. Hep pişmanlık. Hep bir az'lar ordusu! Bir Kızılderili atasözü o kadar güzel ki: Doğduğunda sen ağlamıştın, herkes bayram etmişti çocuk. Öyle bir hayatın olsun ki, öldüğünde herkes ağlasın, sen bayram et.

*Her şeyi ifade etmiyor mu?

Onun için kubbede hoş bir seda bırakmak. Hiç ölmeyecek gibi değil, bir gün hayata veda edecekmiş gibi yaşamak. Hz Muhammed'in harika bir değerlendirmesi var: Bir insanın gerçek zenginliği bu dünyada yaptığı iyiliklerdir. Herkes bunu görmeli. Sadece ben şuyum, buyum demekle olmuyor. Gereğini de yap kardeşim! Yaşamsa bir güzellikler manzumesi. Her boyutuyla. Sevgi, saygı, başarı, iş, eğlence, tatil. Her şey. Yaşam aslında ondan aldığımız zevk. Eski Mısırlılar yaşamın tanımını iki soruyla ne güzel yapmış: Yaşamda keyif verdin mi? Keyif aldın mı? İşin özü bu. Bu keyif sözcüğünü mutlulukla da değiştirebiliriz galiba. Ölüm aynı zamanda derin bir yokluk. Kaybettiklerimizin bir daha var olmayacağını öngörmek en büyük mutsuzluk. Hani denir ya, bazen bir kişi eksildiğinde bütün dünya boşalmış gibi gelir. Yetersiz, az, boş bir dünya. Baba yoktur, anne yoktur, sevgili yoktur, evlat yoktur. Birileri yoktur işte. Ve o yokluktur yüreklerde kanayan. Türk milleti kadar, birçok mazlum ülke insanının Atatürk'ün ölümünden sonra hissettiği de bu değil midir? Bir derin boşluk. Bir şaşkınlık. Bir kişi ölmüştür, ama sanki dünya boşalmış gibidir. Ölüm bu işte.

*Sizce ölümün sosyolojisi ve manifestosu var mı? Kitabı hazırlarken ölüm kavramı üzerine yeniden neleri sorguladınız ve ölüme dair ne fikirler edindiniz?

Ölüm bir derin bilinmezlik. Ölümün sosyolojisi ve felsefesi var elbette. Bunu kavrayan ve anlayanlar daha huzurlu bir yaşam sürüyor. Ya manifesto? Olabilir. Ama gerçekçi mi? Değil; çünkü ölüme direnebilen yok. Belki bir şövalyelik, o kadar. Onun yerine anlamaya çalışmak ve ona göre yaşamak. Yani ölümü kabullenmek ama ölüm sonrasında iz bırakmak. Kalıcı şeyler, yapıtlar insanlığa hizmet eden şeyler. Herkes bilim adamı, sanatçı, siyasetçi, yazar olamaz. İyi bir anne ve babanın da geleceğe bıraktığı en güzel eser sağlıklı, insani zevklilikleri ön planda olan bir evlattır. Yani iyi bir vatandaş, iyi bir insan. Bu da önemli.

*Bu ilanlar içinde sizi en üzen ve kalbinize dokunan hangisiydi?

Hemen hepsi. Ama en çok çocuk ölümleri. Onun için hep dileriz ya; ölümse sıralı olsun diye. Çocukların, gençlerin ardından verilen ölüm ilanlarında büyük bir hüzün var. Anlatması zor bir acı. Sözcüklerin bile sınırlarını zorlayan bir duygusallık. Ali Şen için, Kardelen ve Onur Yaser için verilen ilanlarda yoğun bir duygusallık var. Geçmeyecek acı, bitmeyecek sevgi. Hep ıstırap veren bir yokluk. Gülen gözleri özlemek. Neden bıraktın gittin, demek. Yokluğu asırlarla ölçmek.

*Peki en şaşırtan?

Anne ile kızın aynı ilandaki hüzünlü buluşması. Olay şu: Bunalım geçiren kız annesini öldürür. Hem de onu canından çok seven annesini. Ölüm ilanında kızı olarak öldürenin de ismi vardır. Bu ilanı verenleri düşünün. Bir de samimi itiraf. Cihangir Hür'ün eşinin ardından verdiği ilan. 'Sana yeterince ilgi göstermediğim için pişmanım' diyen. Daha çok var.

*Kitap ölüm üzerine olduğu için insanlar ölüm hakkında yazılan bir kitaba ön yargılı yaklaşabilirler. Sizin kitapta vermek istediğiniz mesaj nedir?

Aslında insanların yitirdikleri, sevgi, acılar, boşluktan kurtuluş yollarını ve nasıl mücadele edileceği şeklindeki rahatlamaların açıklaması. Pişmanlıkları, hüzünleri acıları belki bir nebze azaltıyor. Onun için insanlar kitap çok karamsarmış gibi düşünsün istemiyorum. Bazen çeşitli kulüplerden, belediyelerden, derneklerden, üniversitelerden davet geliyor. Diyorlar ki, 'Sayın Bakan, gel bize ölümü anlat' hemen tepki gösteriyorum. 'Aman' diyorum. 'Ben ölümü anlatmıyorum. Tam tersi yaşamı anlatıyorum. Anlamlı, değerli, insana bir şeyler katan ve aslında insanın gerçek özelliklerini ortaya koyan bir yaşam anlatıyorum. Böyle bir yaşamda böyle bir kitabı okuduktan sonra insanların pişmanlıkları, hüzünleri, ahları, keşkeleri biraz daha az olacak diye düşünüyorum.

*Kendi ölüm ilanınızı hazırlamış olsaydınız veya başkaları hazırlamış olsaydı neler yazılmasını, neler yapılmasını isterdiniz?

Hayatta sevdiğim bazı şeyler var. Onların yapılmasını isterim. Mesela altıma küçük bir kilim sersinler. Hep yattığım yastığımı başımın altına koysunlar. Sevdiğim şiirler vardır. O gün onlardan bir parça okusunlar. Bir de sevdiğim şarkıları bana mırıldansınlar. Lokma dökmek şu, bu yerine sevdiğim insanlar dost yemeği yesinler. Sevdiğim birkaç şarkıyı da çalarlarsa ben onu hissederim

*Bundan sonra siz bir ölüm ilanı verseniz bu gözlemlerden sonra farklı mı olur?

Aslında bu kitap babamın vefatı ile doğdu. Onu kaybettikten sonra çok yalnız kaldığımı hissettim. Neden ona daha çok zaman ayırmadığımı hep sorguladım. Neden yılda bir kez onunla tatil yapmadım? Niye çok sevdiği rakıyı, yine onun çok sevdiği arkadaşları ile yılda bir paylaşmadım? Neden? Niye? Bu ve benzeri sorular beynimin labirentlerinde gitti geldi. Bu kitabı yazdım, belki insanlar okuyup daha az pişmanlık yaşarlar, keşkeleri daha az olur diye. Ben ettim, siz etmeyin demek istedim. İyi bir evlat oldum mu? Evet. Ailemle güzel günler geçirdim mi? Evet. Ama yetmiyormuş. Onu kaybettikten sonra anladım. Babamı kaybettim, hepsi az oldu. Her şey yetersiz. İşte hem benim hikÇyemi okuyanlar, hem ölüm felsefesine biraz kafa yoranlar, hem bu ölüm ilanlarını yaşayanlar, inanın gelecekte daha huzurlu ve mutlu olacak. Daha az keşkeleri, daha az pişmanlıkları olacak. Ben bu yıl ölüm ilanı versem, yine babamı anarım ve şöyle derim: 'Canım babam; canımdın, kanımdın. Dert ortağımdın. Yalnızlığımda elim kolum, dertlerimde Hızır'ımdın. Gizli gücümdün. Dayandığımda hiç yıkılmayacak dağdın, dağ. Yokluğunu bu kadar hissedecek miydim? Sensizliğe bu kadar isyan edecek miydim? Seni bu kadar arayacak mıydım? Neyse ki hep yanımda hissediyorum seni. Bir şekilde sağımdasın, solumdasın, yanımdasın. Sadece yüreğimde değil, bedenimde, canımdasın. Bitmeyen enerji kaynağımsın. Tatlı gülümsemenle, oturaklı sözcüklerinle, hep mantıklı tavırlarınla ve o bitmez tükenmez sevginle, dürüstlüğünle ışığımsın. Hep benimle ol. Unutma. Orada kal, çok da uzaklara gitme!'

*Biraz da kitap dışına çıkmak gerekirse, yıllarca İzmir siyasetine hizmet etmiş biri olarak emeklerinizin karşılığını aldığınızı düşünüyor musunuz?

Görev yaptığım her alanda iz bırakmaya çalıştım ve çok severek yaptım. Biraz gönül adamıyım. Benim en büyük özelliğim bu. Her şeyi çok severek yapıyorum. Milletvekilliğini, bakanlığı, belediye başkanlığını, gazeteciliği büyük bir tutku ile yaptım. Onun için hep kalıcı şeyler bıraktığımı düşünüyorum. Sokaklarda insanların sevgisi, gördüğüm itibar bunun göstergesi. Türkiye'nin birçok yerine gidiyorum, konferanslar veriyorum. Umut vermeye çalışıyorum. Orada gördüğüm ilgi de bir gösterge. Bakan olarak kısa bir süre görev yapmama rağmen çok kalıcı şeyler yaptım. Özellikle Bulgaristan göçmenleri soydaşlarımızın uzun yıllardır bekleyen emeklilik sorunları vardı. Konuyu hem milletvekili olarak takip ediyordum hem de bakan olarak. Mesela onu çözen insanım ben. Bugün Bulgaristan'dan göçen insanlarımız maaş alıyorsa, ilk maaşı veren o prosedürü tamamlayan Sayın İsmail Cem ve Sayın Nabi Çağın'ın ve Sayın Bülent Ecevit'in desteğiyle ben oldum. Bu güzel bir mutluluk. Sosyal güvenlik reformu ile toplumda bir rahatlama olduysa... O zaman maaşlar sıralarda 4-5 gün beklenerek alınıyordu. Sosyal güvenlik reformundaki ilk altyapıyı ben hazırladım. Çocuk işçiliğinin önlenmesindeki ilk ciddi hamleleri yaptım. İzmir tarih kenti ama bir tane müzesi yoktu. Kadın Müzesi başta olmak üzere dünya çapında ilgi gören 5 tane müzeyi kente kazandırdım. Kubbede hoş seda bıraktığımı düşünüyorum. Sokakta gördüğüm sevgi saygı da onun bir göstergesi. Ben mutluyum. Hakkıyla görevini yapmanın huzuru içindeyim.

*Yeniden siyasete girmeyi düşünüyor musunuz?

Doğrusu şu an girmeyi düşünmüyorum. Bütün görevlerde bulunduk. Hepsini de layığıyla yaptığımı düşünüyorum. Halka hizmeti kendime prensip edindim ve o yolda yürüdüm. Genç, yeni arkadaşlarımız var, çok başarılı insanlar var. Onların ihtiyaç duyduğu an her zaman yanlarında oluyorum ama rahmetli Süleyman Demirel'in çok güzel bir lafı vardır. 2004 yılında kendisi ile sohbetim sırasında sormuştu bana, 'Hakan neler yapıyorsun? Nerelerdesin?' diye. Ben de tekrar gazeteciliğe döndüğümü, konferanslar verdiğimi, yazarlığa devam ettiğimi belirtmiştim. 'Siyaseti ne yaptın?'demişti. Ben de 'Siyaseti şu anda bıraktım' demiştim. 'Hiç öyle deme. Siyasetin kapısında girilir yazılır. Çıkılır yazılmaz' demişti. Onun için her zaman büyük konuşmaktan çekinirim. Şu an böyle bir düşünce içinde değilim ama süreç ne gösterir bilemem. Bize bir ihtiyaç olursa o zamanın koşullarında gözden geçiririm.