Bundan sekiz yıl önce 1 Haziran 2009’düşen Air France’a ait AF 447 sefer sayılı uçağın bulunması için Fransız Araştırma ve Analiz Bürosu’nun son kez yaptığı araştırmaların sonuncusunda uçağa ait büyük parçanın bulunması aynı uçakta bulunan ve  bir festival kapsamında Rio’da verdiği konserlerden sonra ülkesine dönen  tanınmış bir  arp sanatçımızın da cansız bedenine de ulaşılması anlamına geliyordu.

Brezilya’nın  Rio kentinin açıklarında denizin yaklaşık  5 km altında aranan karakutunun  sinyallere  yanıt vermesi , sanki bir arp sanatçısı bir kadının çaldığı  arp sesleri kadar güzel ,yumuşak ve etkileyici olmalıydı .228 kişiyle birlikte okyanusun derinliklerinde kaybolan uçağın yolcularından biri de Türk arp sanatçısı Fatma  Ceren Necipoğlu’ydu. Yapılan son açıklamalarda uçağın havada değil denize çarpma anında parçalandığı açıklandı, yani Fatma Ceren denize çarpıncaya kadar yaşıyordu. Ama o noktadan sonra  ölen 228 kişiden biri olan Fatma`nın  çaldığı arpın sesinin bir daha duyulamayacak olması ile  ”Hayatın olmadığı yerde müzikte yoktur”  ifadesi böyle bir trajedi ile sonuçlanan bir hayat için  anlamlı bir başlık olacaktı.

Hayatın olağan akışında devam edebilmesi için bazen doğru zamanda doğru yerde olmanız gerekiyor ama Fatma Ceren düşen uçakta yanlış zamanda ve yanlış yerdeydi, tıpkı Zonguldak’taki Türkiye Taskömürü Kurumu Karadon Müessese müdürlüğü Gelik İşletmesi maden ocağının eksi 260 kodunda çalışan  Deniz Akdeniz adlı genç maden işçisi gibi. Bu işe girebilmek için 35 bin 291 adayla birlikte mülakata katılan Deniz,daha sonra çekilen  kurada 20,814 adaydan biri olarak belirlenmişti. Noter huzurunda yapılan çekilişte ise 3 bin asıl, 3 bin yedek madenci seçilmiş ve bunlarda biri de Deniz olmuştu. 27 yaşında genç bir maden işçisi tavanın çökmesi sonucu göçük altında kalmış ve  arkadaşları tarafından göçük altından çıkarılarak ve hastaneye kaldırılmış  ama ne yazık ki hayatını kaybetmişti. Böylelikle ,35 bin 291 aday arasından “kara ölüm” ona çıktı diye başlık atan gazetenin bu kadar istatistiksel bilgiyi vermesinin  anlamı daha iyi anlaşılıyordu. Bir maden işçisinin hayata bu şekilde veda etmesini de   “Kara ölüm ona çıktı  “ başlığı iyi ilişkilendirebiliriz.

Bazen  bir maden işçisi ya da bazen bir akademisyen sanatçı olsun  bazen insanların  kendileri gibi eserleri de yanlış zamanda yanlış yerlerde olabiliyor.Örneğin heykeltraş Mehmet Aksoy’un  yıllar önce Kars’ta yaptığı eseri de yanlış zamanda yanlış bir yerde ve yanlış bir heykel olduğu iddiasıyla yıkılıyordu. Belki heykel doğruydu  ama zaman yanlıştı ya da zaman doğruydu; heykel yanlıştı. Fatma Ceren Necipoğlu`nun trajik sonu gibi , hayatın gizemli akışının ardında  bir güzelligin var olabilmesi için tüm parametrelerin aynı anda varlığını sürdürmesi gerekiyor.  Anladığımız kadarı ile doğru zamanda, doğru yerde ve doğru insanlarla var olabilirseniz  ancak o koşullarda gerçekler doğrulanmış olur, aksi takdirde siz belki de bir hayalden ibaret olursunuz. Bu açıdan bakıldığında heykeltraş Mehmet Aksoy  mahkeme kararı ile eseri için  hakaret içermeyen bir sözcük olduğuna karar verilen “ucube” sözcüğünün  kullanılmadığı  başka bir heykel yapabilirdi ama bu kez  o heykel başkalarını mutlu etse bile sanatçının kendisini mutlu etmeyebilirdi . Bir sanatçının mutsuz olmasının  kişisel nedenlerden değil de kendi  eseri ile ilgili olduğu kuşkusu onu derinden yaralayabilir. Çünkü bir sanatçının eserinin yok sayılmasının  kendisinin de yok sayıldığı anlamına gelebileceğini varsayarak  Mehmet Aksoy’un hayatına nasıl bir başlık konması gerekir diye düşünürsek  “Pitoresk bir hayatın içinde yalnız bir ucubenin dramı ” onun yaşadığı bu tuhaf karmaşayı anlaşılabilir hale getirebilir.Aslında kişisel görüşüm sanatçıların bir parça sıra dışı kişiliklerini dikkate alarak şu benzetmeyi yaparak bu anlatımı pekiştirmek oldukça uygun düşecektir. Sanatçıların mı yoksa eserlerinin mi ucube olduğu tartışılıyorsa sanatçıların ucube olduğu konusunda daha iyimser olduğumu belirtmeliyim ve bu durumda başlığın “Ucube bir sanatçının yarattığı güzellik” olması bize  daha farklı bir perspektif kazandırabilir .

Sokrates  “Yaşamak bir sanattır” demişti. İdeal kabul edilen yani fiziksel, zihinsel ve duygusal açıdan kendinizi iyi hissettiğiniz bir hayatı yaşamakla birlikte, nihai amacı mutluluk olan  hayatı bir oyun olarak görmek de oldukça tutarlıdır;  üstelik  herkesin farklı roller üstlendiği  bir oyun...Bu oyunda kimileri başroldeyken bazıları kısa ama akılda kalan önemli rollerde  bazıları da  uzun ama kimsenin anımsamadığısıradan rollerde olur. Rollerin iyi dağıtılmadığı söylenir ama şurası kesindir ki, gösteri öyle veya böyle sürer gider.

Şimdi bu sahnelerden birinde olan biten  başka bir olaya odaklanalım. Kışın soğuk günlerinden biriydi, dışarıda  hava kapalı ve dışarıda yağmur oldukça yoğun bir şekilde yağıyordu. Bulunduğumuz geniş bir salonda perdeler sıkıca kapatılmış sadece şöminede yanan odunların ışıltısı ile kuru ağaç dallarının yanarken çıkardığı seslerden başka bir şey duyulmuyordu. Bir koltuğun üzerinde oturan çok yaşlı ve bilge bir ihtiyar bir süre önce düşmüş ve o günden beri bir daha yürüyemez bir haldeydi. Ayrıca  gözleri iyi görmediği için çevresindeki insanları seslerinden tanıyordu. Böyle bir anda ona nasılsın diye sormuştum . Ama o benim beklemediğim ama kendisinin beklediğini öğrendiğimiz bir cevap verdi:  “Ölümü bekliyorum.”  Sonra  sözlerine şöyle sürdürdü. “Geçenlerde bir ölüm provası da yaptım ama şimdilik biraz daha aranızdayım. İşte yaptığı  bu tanımlama o zaman diliminde onun hayatının başlığının   ”Ölüm provası” olmasını sağlayacak düzeydeydi.

Müziğin sesinin sustuğu anlarda hiç hayat belirtisi olmaması tuhaf değildir. Bu çok yaşlı ihtiyarın da yıllardır yanından ayırmadığı cep radyosu birkaç gündür kapalıydı. Bugün için ise arp sanatçımızın repertuarında olan  nihavent saz semasini  bir daha seslendiremeyecek olması da bende aynı duyguyu çağrıştırıyor  ve  belki de bu yüzden bazı insanlar sessizliği protesto etmek istercesine her zaman müziğin sesini  duymak istiyorlar. Nitekim Prof İhsan Doğramacı cenazesinde Chopin`in op 53 numaralı la major  polonezinin çalınmasını vasiyet etmişti. Bu tıpkı Chopin’in kendi cenazesinde Mozart’ın Requiem adlı eserinin çalınmasını istemesi gibi bir şeydir.Cenaze törenlerinde müzik çalınması bu coğrafyada pek adetten değildir ama pop müzik sanatçısı Elton John’un Prenses Diana’nın cenaze töreninde “Candle in the wind” adlı şarkıyı söylemesi  o gün prensesi anmak adına bence çok uygun düşmüştü.

Bir başlığı olması gerekirse hayatımızın  o hayatı tanımlayan bir bestenin de olması ne kadar güzel geliyor kulağa. Yaşlı ve bilge ihtiyarı ürküten sessizlik, bir akademisyeni ya da bir besteciyi de aynı şekilde kaygılandırmış olmalı.Öyle olmasaydı Osmanlı Padişahı Kanunu Sultan Süleyman ,Fransa Kralı I.Francois tarafından  yardımlarına karşılık bir şükran ifadesi olarak  gönderilen küçük saray orkestrasını dinler miydi ?
Hiç düşündünüz mü bir başlık koymanız gerekseydi hayatınız için nasıl bir şey uygun düşebilirdi.?Ama tam bu esnada J.P.Sartre` ın şu sözünün çok önemli bir ipucu olacağınısöylemeliyim. Şöyle söylemişti:
 “Bizler insan  olarak sahip olduklarımızın toplamı değil, henüz  gerçekleştiremediklerimizin toplamıyızdır”.