Birkaç gün önce gazeteci arkadaşım Sevgi Halime Özçelik çalıştığı gazetede bana ayrılacak olan bir köşede düzenli olarak yazabileceğimi haber verdi. Bu köşede mültecilerin hayatları, dertleri, sorunları, Suriyelilerin kültür sanat hayatı ile ilgili konuları işleyebileceğimi söyledi. Tabii ki bu güzel haber karşısında mutlu oldum. Türkiye'de yaşayan Suriyeliler ile ilgili edebi makaleler yazmaya karar verdiğim güne kadar gazeteci olmadığım için yazmak konusunda tereddütte kaldım. Sonuçta kendi göç hikâyemi anlatarak başlamaya karar verdim.

Suriye'deki barışçıl ayaklanma sonrasında, Suriye yönetiminin bunu silahlı ayaklanmaya çevirmesiyle (sivilleri bombalarken bunu meşrulaştırmaya çalışıyordu), silahlı taraflar karşı karşıya geldi. Hükümet bölgeleri varil bombası ve füzelerle bombalamaya başladı. Hayat böyle zorlukla devam ederken biz yeni doğan her güne hayatta kaldığımız için şükrederek başlıyorduk. O zamanlar kızım 10 aylıktı. Ve eşim iki aylık hamileydi. O zaman Halep'ten kaçmaya karar verdik. Her şeyi arkamızda bırakarak doğduğumuz yere doğru, yakında geri dönmek umuduyla yola koyulduk. Şehirden göç ettiğimizde ve yolda, memleketimize varana kadar onlarca kontrol noktasında durdurulduk. Kendilerini korumak için sivillerin oluşturduğu kontrol noktalarıydı bunlar. "Sıkıntılarımız çözülecek ve şehrimize geri döneceğiz" diyerek eşimin hüznünü hafifletmeye çalışıyordum.

Memleketimizde yaklaşık sekiz ay geçirdik ve bu sürede ben iş bulamadım. Memleketimiz küçüktü ve büyük şehirler arasındaki ticaret savaş nedeniyle durmuştu. Eşim doğum yaptı ve elimdeki para bitmek üzereydi. Bu sebeple çalışmak ve yeni bir hayat kurmak amacıyla Türkiye'ye göç etmeye karar verdim. Köyümü bıraktığımda çocuğum 21 günlüktü. Yaşayabileceğimiz yeni bir ev ve iş bulana kadar eşimi, kızımı ve küçük oğlumu babama emanet ettim. Eşimi ve annemi gözyaşlarıyla bıraktım ve gittim.

Türkiye ve Suriye arasındaki sınıra giden yol üç saat olmasına rağmen çok zor ve yorucuydu. Yol, kontrol noktaları ve diğer engeller yüzünden 14 saatten fazla sürdü. Sınıra vardık. Sınır muhaliflerin kontrolündeydi. Herkes silahlıydı ve silahlı oldukları için agresifti. Tavırlarının hükümetin muamelesinden bir farkları yoktu.

O zamanlarda yutkunamıyordum. Düştüğümüz hale üzülüyordum. Urfa garajından İzmir'e bilet aldım. Bizi İzmir'e götürecek otobüse bindiğimde ayaklanmanın başından o ana kadar olan her şey film şeridi gibi gözümün önünden geçti. O zaman daha öncekinden daha kötüsü ve daha korkuncu ile karşılaşacağımızı idrak ettim. Eğer hükümet düşerse ve muhalifler başa geçerse silahlı gruplar ortadan kalkmayacaktı. Ve zannederim bir bayrağın altında toplanamayacaklardı da. O düşünceler aklımdan geçerken midem bulanmaya başladı. Muavini çağırdım. Bana doğru geldi. O esnada bu adamla nasıl konuşacağımı düşününce ne kadar kötü bir durumda olduğumu anladım. Hangi dille konuşacaktım? Ona Kürtçe olarak "Bir küçük poşet ve su istiyorum" dedim. Beni anlamadı. Arapça olarak tekrar ettim. Yine anlamadı. Zayıf bir İngilizce ile tekrar söyledim. Yine anlamadı. Ne diyeceğimi bilemeden donakaldım. Kendimi kontrol edemedim. 10 saattir hiçbir şey yememiş olmama rağmen içimde ne varsa kustum. Otobüste oturan herkes bana iğrenerek baktı. Yanımda oturan kişi koltuğunu değiştirmek istedi. O zaman bütün kalbimle keşke yer yarılsa da içine girsem diye düşündüm. Sadece dilden kaynaklı değil, ailemle dağılma sürecine gireceğimi idrak ettiğim için de böyle hissettim.

Aradan 6 yıl geçti ve şimdi İzmir'deyim. Ailemle yeni bir hayat kurmaya çalışıyorum. Türkçeyi derdimi anlatacak kadar öğrensem de yazmak için henüz erken. Bu köşede çevirmen dostlarımın da yardımıyla sizlere mülteci sesleri duyurmaya çalışacağım.   

Çeviri: Gökben Över