Bana kalırsa 2000'li yılların ikinci on yılının belirleyici özelliklerinden biri bu dönemin nefret söylemli liderler onyılı olması.

Bu dönemde birçok lider, yabancı karşıtlığı üzerinden bir nefret söylemi oluşturdu. Birçoğu da, istikrar vurgusuyla, kendinden olmayan herkesi hain olarak tanımlayarak iktidarını sürdürmeyi hedefledi.

Nefret söylemi sadece Trump aracılığıyla ABD'de değil, Avrupa'nın göbeğinde de yankılandı.
2017 Fransa Cumhurbaşkanlığı Seçimleri'nde yabancı karşıtı yaklaşımı ile tanınan Marine le Pen neredeyse başkanlık koltuğuna oturacaktı.

Avusturya'da iktidardaki Avusturya Halk Partisi-Özgürlük Partisi koalisyonu ülkedeki yabancı ve azınlıklara karşı ötekileştirici politikalarıyla Avusturya'yı bir korku ülkesine dönüştürdü.
Macaristan'da aşırı sağcı Fidesz-KDNP lideri Viktor Orban, Nisan 2018'de üçüncü seçim başarısına imza attı. Tek başına iktidara geldi.

Hollanda'da ana muhalefet partisi Özgürlük Partisi'nin lideri Geert Wilders, yabancı karşıtı söylemleriyle gerginlikler yaratmakla kalmıyor, iktidarı da oy kaygısıyla kendine benzetiyor.
Yunanistan'da Altın Şafak, Belçika'da Flaman Çıkarları Partisi, Finlandiya'da Gerçek Finliler, Bulgaristan'da Ataka, aynı damardan besleniyorlar.

İtalya'da bileşenlerinden biri aşırı sağcı İtalya'nın Kardeşleri Partisi olan sağ ittifak seçimleri kazandı.
Son olarak Brezilya'da, diktatörlüğe sempati duyan, işkenceyi olumlayan bir sağ lider Jair Bolsonaro iktidara geldi. Birçok aydın Bolsonaro'yu "dünya için bir tehdit" olarak tanımlıyor.

Değerli okurlarım, diktatörlüğe özlem duyan, nefret söylemiyle kendinden olmayan herkesi ötekileştiren bu eğilime karşı yeni bir toplumsal oydaşım oluşturabilmek için en büyük görev sola düşüyor.
Adalet, eşitlik, özgürlük ve sömürü karşıtlığı üzerinden bir politika geliştirilemezse, nefret söylemiyle hareket edenler birçok ülkede demokrasiyi popülist bir diktatörlük ile değiştirebilir.