Son beş yılda açılan özel üniversite sayısını izlemekte zorlanır olduk. Çoğu alt yapı yeterliliği olmaksızın açılıyor. En önemlisi de yeterli sayıda öğretim elemanı edinmeksizin açılmaları. Ancak artık böyle bir sorun kalmadı. Devletten özele transferler bir hayli arttı. Bu durum, özellikle profesörlüğünü alan öğretim üyeleri arasında, erken emekliliği tetikledi. Çoğu emekli olur olmaz özel üniversitelerle anlaşıyor. Emekli maaşları yanı sıra ek gelir elde etmiş oluyorlar çünkü. En büyük avantaj profesör maaşlarının emeklilikle birlikte fazla düşmüyor olması. Ancak aynı durum doçentler için geçerli değil maalesef. Emekli maaşları bir hayli düşüyor ne yazık ki. Emeklilik ikramiyesi ise tam bir trajedi! Salt emeklilik ikramiyesiyle gelir getiren küçücük bir mal bile edinmeleri zordur öğretim üyelerinin. Profesör ya da doçent unvanlarının emeklilik ikramiyesine kayda değer bir getirisi olmadığı gibi otuz yıldan fazla çalışmışlığın da yok. Ha otuz yıl çalışmışsın ha kırk küsur yıl, çok bir şey fark etmiyor yani.

Milenyuma girildi girileli akademik zam yapılmıyor. Oysa geçen 14 yıl zarfında kamu kesiminde özlük hakları defalarca iyileştirildi. İyileştirilsin de! Ancak akademisyenlerin ayrıcalık gerektiren özlük hakları göz ardı edilerek değil tabii. Yaklaşık iki yıldan bu yana YÖK Başkanı'nın bizzat ele alıp, düzeltilmesi için çaba sarf ettiği akademik personelin özlük ve sosyal haklarını iyileştirme girişimleri var ki bu haklar devlet üniversitelerindeki okutmandan öğretim elemanına, doçentten profesöre, tüm akademisyenleri kapsamakta. Ancak bu girişimler sonuçsuz kaldı. Üstelik hükümet, konuya sıcak baktığını iki yıldan bu yana defalarla ifade ettiği halde sonuçsuz kaldı ki anlaşılır gibi değil tabii.

Akademisyenlik bir yaşam tarzıdır. Mesaisi yoktur akademisyenliğin. Bir taraftan kendini diğer taraftan öğrencileri yetiştirerek yol alır akademisyen. Öğrenerek öğretmek hiç bitmez akademisyenlikte. Sürer gider akademik hayatla birlikte. Hatta emeklilik sonrası bile. Yüksek öğretimde amaç bir taraftan nitelikli beyin gücü oluşturmak diğer taraftan oluşturduğu nitelikli beyin gücünden yararlanarak ön lisans, lisans ve lisansüstü eğitimleri yürütmektir. Nitelikli mezunlar vererek nitelikli insan gücüyle hizmet sunulmasını sağlamanın gereği de budur zaten. Ancak nitelikli beyin gücü oluşturmada üniversite alt yapı olanakları kadar akademik maaş ve ücretlerin yeterliliğinin de etken olduğunu göz ardı etmemek gerek. Akademisyenin kendini yetiştirme derecesi, ulusal ve/veya uluslararası performansı bir yerde ekonomik gücüne de bağlıdır. Katılacağı kurs, kongre ve benzeri etkinlikler yanı sıra dil geliştirme gibi girişimlerinde hemen hepsi belli bir ücrete dayanır çünkü. Böyle giderse pasif akademisyenlik körüklenirken aktif akademisyenlik yok olacaktır eninde sonunda. Oysa her işte olduğu gibi akademisyenlikte de verim katkı ve katılıma bağlı. Başkalarının bilgilerinden yararlanırken kendi bilgilerinden de başkalarının yararlanmasını sağlamak gibi bir şeydir bilimsel katkı ve katılım. Dergilere makale, kitaplara bölüm yazarlığı ve/veya kitap yazarlığı yaparak bilgi paylaşılıyor olmakla birlikte ulusal ve uluslararası bilimsel toplantılara katılarak alınacak yol, edinilecek deneyimler de çok önemli. Birine katılsa diğerine katılmaktan çoğunlukla vaz geçer akademisyen. Ödeneklerin yetersiz kaldığı yerde güvenip yola çıkacağı yeterli bir bütçesi de yoktur çünkü.
Bu nedenlerledir ki akademik zamlar bir an önce hayata geçirilmeli. Son günlerde kimlerden nerelerden gelip, kimlere nerelere gittiği meçhul (!) milyon dolarlar telaffuz edilirken ivedilikle hayata geçirilmeli. Otuz beş yılını doldurmuş devlet memuru, otuz iki yılını doldurmuş akademisyen, on iki yılını doldurmuş kıdemli profesör kimliğimle maaşıma, emekli olduğum takdirde alacağım ikramiyeme baktıkça içim cız ediyor. Benimle birlikte kim bilir kaç kişinin daha içi cız ediyor tabii.