Sanırım çocukluğumda izlediğim yabancı filmlerden belleğimde kalmış, bataklıklar hep ürkütücü yerlerdi. İnsanların girip bir türlü çıkamadıkları, yavaş yavaş içine gömülüp, yitip gittikleri bataklıklar, korkunç hayvanların ve pisliğin de yuvasıydı.
Okuduğumuz, duyduğumuz genel geçer bilgi de, filmlerden pek farklı değildi; bataklıklar hastalık yuvasıydı, kurutulmaları en doğrusuydu. Bataklıkların kurutulması neredeyse insanlığa bir hizmet kabul edilir ve alkışlarla karşılanırdı. Hatta belirli koşulların varlığı durumunda, bataklıkları kurutanların, kuruttukları arazilerin mülkiyetini kazanmalarını sağlayan düzenlemeler vardı hukuk sistemimizde.

Bataklık algısı değişti

Ama bugün, bataklık algısı farklı, daha bilimsel bir noktaya geldi. Bataklıkların çok önemli sulak alanlar olduğu, doğal döngünün parçası birçok canlının yaşam yeri, birçok canlının beslenme alanı olduğu kabul ediliyor artık. TBMM'ce onaylanan uluslararası Ramsar Sözleşmesi'nin de bataklıkları sulak alanlar kapsamında koruma altına aldığını anımsatalım. Sıtma, sinek vb. zararlarıyla mücadelenin, bataklığı kurutmadan yapılması gerektiğini kabul ediyor bugün bilim dünyası.

Bataklıkların ne kadar önemli bir eko-sistem olduğunu açıklamaya bizim uzmanlığımız da, bu yazının boyutu da yetmez. Kısaca değindik, ama gelin, son günlerin en önemli gündem maddesi Ortadoğu bataklığına da şöyle bir göz atalım.

Siyasi literatürümüze yerleşmiş bir nitelendirme, Ortadoğu bataklığı. Basit, içi boş bir siyasi söylem de değil. Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulduğu tarihten AKP iktidarına kadar, -bazı sapmaları bir yana bırakırsak- Ortadoğu'daki uyuşmazlıklara, çatışmalara karışmamak yönündeki istikrarlı dış politikasına temel oluşturan gerçekçi bir tespit. 

Ortadoğu'da kim, kiminle, hangi nedenle çatışır? Çatışmada görünüşteki neden nedir, görünüşteki nedenin altına gizlenmiş, uluslararası emperyalizmin çıkarlarına göre biçimlenmiş gerçek ekonomik neden nedir? Bu nedenler, akşamdan sabaha nasıl değişir? Kim, kimden yanadır? Bunları, en deneyimli diplomatların bile çözemediğini düşünürsek, Türkiye Cumhuriyeti'nin kendi çıkarlarını korumak için ödünsüz, net bir siyaset dışında, Ortadoğu'daki çatışmalara taraf olmaması, bulaşmaması gerektiği o kadar açık ki aslında.

Ortadoğu'daki çatışmalara karışmanın sonuçları

Bugün 'pasif yaklaşımlar' diye yutturulmak istenmesine kanmayın sakın, 'Yurtta barış, dünyada barış' ve 'Ortadoğu çatışmalarına karışmama' politikaları, Atatürk'ün deneyimi ve büyük öngörüsü ile temelini attığı, uzun yıllar boyunca yaşananlarla hep doğrulanan, Türkiye Cumhuriyeti için yaşamsal önemde politikalardır. 'Stratejik derinlik', 'Ortadoğu'nun lider ülkesi' gibi süslü, havalı ama temelsiz ve içi boş dış politikalar ile Ortadoğu'daki çatışmalara karışmanın ülkemizi getirdiği yeri, tüm acısıyla ve tedirginliğiyle yaşıyoruz son 1 haftadır.

İnsanın aklı duracak, ülkemizin sınırları dışındaki bir yerleşim yerinin işgali olasılığına karşı, sözüm ona artık tüm ülkenin siyasi partisi olma amacındaki etnik kökene dayalı siyaset yapan parti -olabilecekleri görmüyormuş gibi- sokağa çıkma çağrısı yapıyor; sözüm ona tepki gösterenler, -sorumlu onlarmış gibi- kamuya ve özel kişilere ait dükkanları, araçları yakıp yıkıyorlar. Yurttaşlarımız yaşamını yitiriyor, güvenlik görevlilerimiz şehit oluyor. Ana muhalefet partisi CHP'nin genel başkanı, ülkemizin sınırları dışındaki bir yerleşim yerinin işgal olasılığından kurtarılması için Türk Ordusu'nun Suriye'ye girmesini önerebiliyor. Konunun insani boyutu derseniz, Türkiye, -kendi sınırlı olanaklarına rağmen- vahşetten, zulümden, ölümden, eziyetten kaçanlara kapısını açmıştır hep, yine açıyor.  
Bence yeniden anımsamakta yarar var. Bataklık algısı değişti ama Ortadoğu bataklığında değişen bir şey yok, yine aynı.