Halk arasında çok bilinen ve hala kullanılan  ve bazı ifadelerin kökenlerine baktığımızda bir sonuç olarak ortaya çıkan deyimlerin bugün de geçerliliğini koruduğunu ve daima koruyacağını rahatlıkla söyleyebiliriz. Bunlardan bir düzine kadar olan deyimi, bugün yaşadığımız sosyal ve politik yaşantımızla ne kadar yakından bağlantılı olduğunu gördüğümüzde, bugüne ait olayların nitelik olarak  farklı olsalar bile sonuçları  itibari ile bu deyimlerle olan benzerliklerine  tanık oluyoruz.

1. AĞZINLA KUŞ TUTSAN NAFİLE

Fransa’yla iyi ilişkilerin kurulduğu bir dönemde İstanbul’a gelen Fransa elçisi, Topkapı Sarayı’nda padişahın huzuruna kabul edilmeyi beklediği sırada işinin acele olduğunu, bir an önce padişahla görüştürülmesi gerektiğini söyleyince şu cevabı alır: “Şevketli padişahımız bugün çok hiddetli. Biraz önce külahından tavşanlar çıkaran, alev alev yanan çubukları ağzında söndüren, havaya uçurduğu kuşu birkaç sözüyle geri döndürüp ağzıyla ayaklarından yakalayan hünerli bir hokkabazı dahi huzurundan kovdu. Senin anlayacağın, ağzınla kuş tutsan nafile, ama yine de büyük bir hünerin varsa söyle, zat-ı şahaneye arz edeyim.”
Fransa ile Babıali arasındaki ilk diplomatik ilişkilerin başlaması, Krallık naibi Louise de Savoie tarafından İstanbul’a, bugün ismi bilinmeyen ve daha sonra Bosna Paşası tarafından katledilen bir büyükelçinin gönderildiği 1525 yılına dayanır. İlk büyükelçi  Nisan 1535 yılında gelmiş olan Sens Saint-Pierre-Le-Vif rahibi, Kralın sekreteri, Birinci Büyükelçi jean de La Forest’dir  ve o yıldan bu yana en son 2015 yılında atanmış olan  86. Büyükelçi İstanbul da görev yaparken o da bazı şeylerin pek değişmediğinin farkında olmalıdır. İnsanın ağzı ile kuş tutması çok zor, nerdeyse olanaksız gibi gözükebilir ama bu dünyada olmayacak  şey yoktur  diye düşünülmüş olmalı  ki;  bu lafı  eden kişi de  olanaksız gibi gözüken bir şeyin de gerçekleşme olasılığını göz ardı etmemiş. Ancak ağzınızla kuş tutma olgusuna ne gibi şeylerin girdiği açık değilse de, gerçekten çok umut kırıcı bir ifade.  Bugün yaşadığımız sosyo-ekonomik çevrede ağzınızla kuş tutsanız yapılamayacak şeyler için çok örnekleme yapılabilir. Örneğin bazı partilerde sizi milletvekili adayı olarak göstermeyebilirler; ya da yine de sizi sevmeyen biri, sizi yine sevmeyecektir. İster kuşu tutun isterseniz tutmayın ama bana sorarsanız buna değmeli.

2. ATEŞ PAHASI

Dönemin padişahı Kanuni Sultan Süleyman, yanındaki maiyetiyle birlikte Halkalı’da  ava çıkar. Fakat hava birden bozar  ve sağanak yağış başlar. Padişahla adamları mecburen karşılarına çıkan ilk eve sığınmak zorunda kalırlar. Ev sahibi ocakta bir ateş yakar ve böylece padişah elbiselerini kurutur. Elbette evin sahibi bu misafirlerin kimler olduğunu bilmemektedir. Padişah, bu durum karşısında yanındakilere dönerek; “Şu ateş bin altın eder” der. Havanın iyice bozması neticesinde padişah ve adamları geceyi orada geçirmeye karar verirler. Ev sahibi misafirlerinin oldukça zengin kişiler olduğunu düşünür ve sabah evden ayrılırken borcunu soran padişaha “Bin bir altın” cevabını verir. Ateşin değerini padişahın biçtiğini, konaklamanın ise bir altın değerinde olduğunu ayrıca belirtir. ‘Ateş pahası’ deyiminin de bu olay neticesinde ortaya çıktığı söylenmektedir.
Bugüne dönelim. Dövizdeki yükselişe paralel olarak  gerçekten dövize bağlı olan her şey ateş pahası. Gerçi dövizde ister yükseliş, isterse alçalış olsun, zaten toplumun büyük bölümü için birçok şey gelirlerine göre her zaman ateş pahasıydı. Şimdi tek fark, öykümüzde ateşin değerini belirleyen kişinin padişah olduğunu bilmemize rağmen  döviz kurlarının değerini belirleyenlerin dış güçler olmaları dışında, kim olduklarını bilmiyoruz.

3. BALIK KAVAĞA ÇIKINCA

İstanbul Boğazı’nın Karadeniz’e açılan kısmındaki Rumeli Kavağı ile Anadolu Kavağı’nda rüzgarlı havalarda balık avlamanın bir hayli zor olduğu bilinir. Bu nedende balığın bol ve fiyatının da uygun olduğu zamanlarda şehirde tutulan balıkların Kavaklar’a  kadar götürüldüğü söylenmektedir. Bunun dışında kalan zamanlarda uygun fiyata balık almak isteyen vatandaşlara satıcıların verdiği cevap “o sizin dediğiniz ücret, balık kavağa çıkınca olur” şeklindedir. Satıcıların verdiği cevap zamanla dilimize yerleşmiş ve deyim halini almıştır.
Burada sözü edilen gerçek manada balığın bir kavak ağacına çıkması olmasa da ilk anda çağrıştırdığı şey bu oluyor. Gerçi doğada hem karada hem denizde yaşayan ve denizde metrelerce uçan balıklar olduğunu da biliyoruz. Bir not olarak düşelim; Amerikalı bilim adamları gerektiğinde sudan çıkan, hatta ağaçta yaşayan bir balık türü keşfetmişler. 5 santim uzunluğundaki “ Rivulus marmoratus Poey” isimli balık çekilen sularla birlikte aylarca ağacın dal ve kökleri üzerinde yaşayabiliyor. Çift cinsiyetli balıklar su tekrar yükselince metobolizmalarını yeniden değiştirerek eski yuvasına geri dönüyor. Mangrov ormanlarında yaşayan bu balık biyolojik yapısını geçiçi olarak değiştirdiği için su dışında da soluk alabiliyor.
Üç tarafı deniz olan ancak denizcliğin yeterince gelişmediği Türkiye’de halkın yeterli miktarda  ve uygun fiyatlarla balık yemeleri hala zordur, ancak balıkçıların avlanma yasaklarına aykırı olarak avlanmaları sürerse ve denizlerdeki kirlenme bu hızla giderse,  gelecek zamanlarda bırakın uygun fiyatlarla balık bulmalarını ,yiyecek balık bulmaları bile zor olacağa benziyor. Balık Kavağa çıkmıyor ama iyi haber şu : Bugün Anadolu kavağında çok ucuza balık yiyemeseniz de hiç olmazsa en azından midye tava yiyebilirsiniz.

4. BAŞINDA KAVAK YELLERİ ESMEK

Başında kavak yelleri esmek-Sorumsuz ve kendi zevkleri uğruna işler yapan gençler için söylenen deyim ise aslında Anadolu ve Rumeli kavaklarının şiddetli rüzgarları üzerine söylenmiştir. Zamanla kişilerin karakter yapılarının tarifinde ve özellikle de gençlik dönemlerinde karşılarına çıkan bu deyimi de sıkça kullanmaktayız.
Bu anlamda herkesin ilk  gençlik zamanlarında başında bir zamanlar  kavak yelleri esmiş olabilir mi? Evet olabilir ama dikkat edilirse ilk gençlik zamanları olduğuna göre sonraki gençlik zamanlarından da söz edeceğimi tahmin edebilirsiniz. Kavak yelleri ilk gençlik yıllarında ya da ergenlik denilen zaman diliminde  eserse sonucu aşağı yukarı tahmin edilebilir ancak daha sonraki yıllarda yani yaşlılığın gençlik zamanlarında eserse bu esinti poyraz dönebilir; hatta sonunda fırtına da getirebilir. Ancak bu zamanlarda  gelen fırtınalar bu insanların hayatlarını anlamlandıracak bizleri de eğlendirecek  olan skandallar olsa gerek.

5. ÇARŞAMBA PAZARINA DÖNMEK

Çarşamba pazarına dönmek-Yine Osmanlı dönemlerine kadar uzanan bu deyim, Fatih Camisi avlusunun duvarından Yavuz Selim’e kadar uzanan bir alana kurulan kalabalık ve büyük çarşamba pazarlarından gelmektedir. Kargaşayı ve düzensizliği ifade etmekte kullanılan bu deyimi de günlük hayatımızda sık sık kullanmaktayız.
Bugün kargaşa dediğimiz kavramdan  söz ettiğimizde bu sadece trafikte yaşanılan kargaşayı değil , hayatın her alanında yaşadığımız kargaşaları kastediyoruz. Siyasette ve ekonomik gelişmelerde yaşanılan kargaşaların tehlikesi ise  kişisel bazda kargaşalar yaratmasıdır.Zaten tüm kargaşalar en önce kendi iç dünyamızda başlar ve en yakınlarımızdan başlayarak dalga dalga yayılarak tüm topluma yayılır.Sadece bu yüzden tıpkı kelebek etkisine benzer şekilde en sıradan insanın yaşadığı kargaşayı bile görmezlikten gelmek topluma pahalıya mal olabilir.

6. DİNGO’NUN AHIRI

İstanbul’daki şehir içi ulaşımının atlı tramvaylarla sağlandığı dönemlere dayanan deyimin hikayesi de bir hayli ilginç. Şişhane’nin dik yokuşunu çıkmakta zorlanan atlı tramvaylara destek için ek atlar kullanılırmış. Destek için eklenen atlar ise Taksim’de bulunan Dingo isimli Ermeni bir vatandaşın ahırında dinlendirilir, oradan yeniden Azapkapı’ya götürülürmüş. Gün içinde ahıra sık sık girip çıkan atlardan dolayı bu deyimin doğduğu söylenmektedir ve günümüzde sık sık kullanılmaktadır.
Ahır kelimesinin kırsal yaşama ait bir kelime gibi algılanması çok doğal gelebilir ancak kentin uzak kesimlerindeki köylerde hala varlığını koruyordur. Dingo’nun ahırı deyimi  uluorta herkesin, her zaman girip çıktığı  yerler olarak ele alırsak, bu yerler nasıl yerler olabilir? Belki askeri alanlar olabilir  veya bazı  tehlğikeli kabul edilen bölegeler ancak  bugün genellikle hiçbir yere izinsiz giremezsiniz. Hatta bazı parklarda  izinsiz çimenlere bile basamıyorsunuz. Ancak anlaşılan o ki bazı ülkelerin sınırlarına bakıldığında o ülkelere sanki Dingo’nun ahırına girer gibi istediğiniz zaman girip çıkabilirsiniz.Genellikle Güney yarım kürenin altındaki ülkeler böyledir ama Kuzey yarım kürenin üstündeki ülkelere girmek için  eskiden sabahın köründe vize kuyruklarına girilirdi; şimdi işleri biraz daha insanileştirdiler ama yine de bu iş o kadar kolay değil; elinizde avucunuzda ne varsa onları teminat olarak gösterip, vize alabilirseniz buna rağmen o ülkelere  girmenizin bir garantisi olmaması da çok ironiktir.

7. DOLAP ÇEVİRMEK

Haremlik ile selamlık arasındaki iletişimin sağlandığı dolaplar, eski konaklarda bulunurmuş. Söz konusu dolaplar haremlik-selamlık bölmesinin arasında, ağaçtan, silindirik, alt ve üst kısımlarından bir mil ile tutturularak çevrilen dolaplar şeklindeymiş. Birbirine ilgi duyan ev sahiplerinin durumdan haberdar olmasını istemeyen konak görevlileri, bu dolay yardımıyla haberleşirlermiş. Yani tamamen gizli yapılan bu iş, aslında ‘dolap çevirmek’ deyimini tam anlamıyla karşılıyor diyebiliriz.
Çok ünlü bir Fransız filozofu olan Francois De La Rochefoucauld’un bir sözünü burada hatırlatmak isterim. “ İnsanlar birbirlerini aldatmasalar uzun zaman birlikte yaşayamazlar” demişti. Yani Türkçesi halk tabiri ile söylersek :  “Kimse dolap çevirmeden birbirine katlanamaz.” Eh maden dolap çevirmek kaçınılmaz, hiç olmazsa bunu bir oyun haline getirerek hayatı daha eğlenceli hale getirebiliriz.

8. EŞREF SAATİ

Osmanlı döneminde önemli bir olayın müjdeleneceği zamanların eşref saatlerine, yani uğurlu vakitlere denk getirilmesine özen gösterilirmiş. Saray halkından sokaktaki insanlara kadar herkes buna inanır, özen göstermeye gayret edermiş. Söz konusu olayın ya da işin açıklanacağı zamanlarda müneccime başvurulur, onun yönlendirdiği ya da uygun gördüğü bir vakitte gerekenler yapılırmış.
Her ne kadar Osmanlı döneminde eşref saati uğurlu zamanları simgeliyorsa da eskiden benim için eşref saati “birinin keyfi ne zaman gelirse” anlamını taşıyordu. Üstelik bu durum bana sürekli bu şekilde hatırlatılıyordu. Birine  bir  şey söylendiği zaman değil; o kişinin  uygun olan zamanda yani eşref saatine denk gelirse yapmasının yani bu anlamda  en ideal  zamanda  yapılması daha çok  bir kişilik sorunu olarak değerlendiriliyordu. Aslında bir bakıma uğurlu bir an kavramı da bunu anlatıyor zaten. Devlet dairelerinde, hastanelerde veya mahkemelerde  ise artık görevli memurun eşref saatini başka faktörler tayin edebilir elbette ama onların ne olduğunu tahmin etmek biraz da sizin eşref saatinize bağlı olacaktır.

9. GÖZDEN SÜRMEYİ ÇEKMEK

Kasımpaşa’da bulunan Haliç Tersanesi’nde özel bölmelere ‘göz’ adı verilirmiş. Bu bölmelerde saklanan ‘sürme’ adı verilen keresteler, zaman zaman marifetli hırsızlar tarafından çalınırmış. Günümüzde pek çok durum karşısında kullanılmaya devam edilen bu deyimin temeli, hırsızlık yapan kimselere dayanıyor.
Gözden sürmeyi çekmek, sıradan bir hırsızlık vakasına bağlı olmaktan çok işini ustalıkla yapan bir hırsızı çağrıştırıyor. Kişisel olarak işinde usta olan kişilere saygı duysam da sorun hırsızlık da değil, hırsızlara nasıl bir ceza  verildiğinde. Eskiden Osmanlı döneminde hırsızlara bayağı vahşi cezalar verilirmiş, şimdi durum farklı. Bu kimin ne çaldığına bağlı olarak değişiyor. Bir zamanlar ceza hukukçusu biri şöyle demişti: hırsızlık değil ama gasp ağır suçtur. Kimin kimden ne çaldığı da önemli. Ama bu işi ustalıkla yapmak daha önemli. Ancak bazıları bunu bırakın ustalığı o kadar aleni yapıyorlar ki, halkın bir bölümü “onlar bu kadar rahat olduklarına  göre, herhalde  bir bildikleri vardır ” diyor olabilirler. İnsan böyle zamanlarda galiba hırsızlık suç değil de  hırsız yakalanırsa suç oluyor diyesi geliyor.

10. İKİ DİRHEM BİR ÇEKİRDEK

Özellikle eski İstanbul’da şık giyinen kimseler için kullanılan bu deyim, günümüzde de aynı şekilde anlamını yitirmeden kullanılmaya devam etmektedir.
İki dirhem bir çekirdek giyinmek şık bir giyim tarzı olabilir ama moda olan ne ise ona uygun olmayabilir de.Çünkü moda  denilen şey; giyinmeyi değil aynı zaman da bir sitil sahibi olmayı işaret eder. Ancak  dar bütçeli insanların  iki dirhem bir çekirdek giyinmeleri; genellikle günlük yaşamlarında  bulunmadıkları, ancak önemsedikleri ve değer verilerek çağrıldıkları  bazı  ortamlarda bulunmalarına bağlıdır. Daha yüksek sosyo-ekonomik standartları olanlar için ise bu ifade anlamını bulmaz; çünkü onlar zaten her zaman şıktırlar. Her zaman şık olan birini ise çarşıda pazarda görmeniz olası değildir. Bu durumda iki dirhem bir çekirdek giyinme tarzı  her zaman şık olan kesimi değil, genellikle her zaman o şekilde giyinmek durumunda olmayan  daha fakir  insanları kapsar.

11. KABAK TADI VERMEK

Dönemin padişahı Fatih Sultan Mehmet tarafından yaptırılan medresedeki öğrenciler, aynı zamanda yemeklerini de medresenin aşevinde yerlermiş. Özellikle cuma günleri zenginleşen sofraları, kabak mevsiminin gelmesiyle birlikte değişim gösterir ve türlü türlü kabak yemeği çıkarmış. Bunun üzerine söylenen ‘kabak tadı verdi’ deyimi de günümüzde hala kullanılıyor.
İşte bu benim sevdiğim kayda değer bir saptama da budur. Bu arada yaşlılığa ilişkin şöyle bir söz vardı.  “Herkesi bıktıracak kadar yaşamış olan uzun yaşamış demektir.” Bu durumda çok uzun yaşayan insanlar biraz da kabak tadı vermeleri akla yakın bir olasılıktır. Tanıdığım yaşlı bir bilge  ise “uzun yaşamak çok da iyi değilmiş, ne kadar uzun yaşarsan o kadar çok itilip kakılıyorsun” demişti. Onun için yaşamın kabak tadı vermesi bu anlamı taşıyordu.

12. MARMARA ÇIRASI GİBİ TUTUŞMAK

Eski dönemlerde ocakları ya da sobaları tutuşturmak için çıralar kullanılırmış. Marmara Adası’ndan toplanan reçinesi bol çıralar, diğer çıralara göre çok daha güçlü yanıyormuş ve çabuk tutuşuyormuş. Aniden öfkelenip sinirlenen insanlar için kullanılan bu deyim, pek çok deyim gibi günümüzde de halen daha kullanılmaya devam etmektedir.
Aniden öfkelenen ve  fevri denilen insanlar için çok şey söylenmiştir. Örneğin “Öfke ile kalkan zararla oturur” bunlardan biridir. Yani sorunun  kalkmak da değil de, öfkelenmekte olduğu vurgulanır. Şu kalkmak denilen eylem bir itirazı simgeliyorsa, buna itirazımız yok ama itiraz ederken sakin olmak önemlidir, bu soğukkanlı yaklaşımların tarafları daha anlayışlı ve duyarlı bir hale getirdiğini söylemeliyiz. Politikada bu o kadar önemli olur ki, sakinliğini koruyan her zaman kazanır. Örneğin yıllar önce  ana muhalefet  partisinin şimdiki  liderinin, geçmişte bir televizyon programında  o zamanki Ankara belediye başkanı ile yaptığı tartışmadaki sakinliğinin, onu daha sonra parti liderliğine kadar taşıdığı bile söylenebilir.Aslında olaylara ve insanlara  sabır göstermek başlıbaşına bir başarıdır.

Kaynak Listelist-6 KASIM 2017 Sözcü