Sürekli aldatıldığını düşünme sanrısına psikiyatride Othello Sendromu deniyor. "O kız seni niye arıyor ?" dediğinizde, “hastasın”  cevabı gayet normal, anormal olan bu hastalığın nedeni... Adını ünlü yazar William Shakespeare’ in Othello adlı eserinden alan bu rahatsızlık, kişinin sevdiği birini hastalık derecesinde kıskanması durumu olarak ifade edilmektedir. Doktorların bu konudaki genel görüşleri şu şekilde özetleniyor.Öncelikle bu kişiler olağandışı bir kıskançlık krizinin esiri durumundalar ve buna paralel olarak kafalarında yarattıkları gerçek dışı senaryoya uygun olarak hareket ediyorlar veya hemen her şeyin peşine düşerek bu doğrultuda partnerlerini bir hafiye gibi izliyorlar ve sonrasında  kendilerince bir sonuca vararak ona inanıyorlar.  Othello Sendromu çekenlerin, diğer hezeyanlarda olduğu gibi hastanın aldatıldığına olan inancı, mantıklı açıklamalardan ve ortaya konan gerçek kanıtlardan etkilenmiyor. Örneğin eşinin telefonu geç açması veya herhangi bir sıradan meşguliyeti,  giysilerindeki bazı basit veya olağan lekelerden bir sonuç çıkarmaya çalışması aldatmanın kanıtları olarak görülüyor  ve bu yüzden birçok  kıskançlık cinayetinin nedeni de  bu hastalıklı durum olarak değerlendiriliyor.
Bir kadın şöyle diyor. “Kafamın icinde dolaşan kelimeleri, cinayet planlarını, o öfkemi anlatsam Stephen King bile tırsar benden..Kendi kendime sorguluyorum. Karşımdaki adam bu kadar değerli mi ki herkesin gözü onun üzerinde zannediyorum.? Yoo, gayet  patates gibi heriflerle birlikte oluyorum. Hatta kimisi yatsın kalksın, ona bakmışım diye dua etsin, diyebileceğim ölçüde bütün eksileri kendinde toplamış oluyor. Ama yine de onu bir odaya kapatıp gün yüzü göstermeden yaşayabileceğimiz bir ilişkinin hayallerini kuruyorum.”

Bir başkası da yaşadığı karmaşayı farklı sözlerle dile getiriyor .“Kim ne derse desin bu olayın kendini yetersiz görmekle eşdeğer olduğuna inanmıyorum. Ben kendime güveniyorum yahu. Olay apaçık belli . Benim karşımdaki adama güvenim sıfır. Aşkın sonsuza kadar sürmeyeceğini biliyorum, acı çekmekten korkuyorum, öyle ya da böyle zaten gidecek yanımdan ama bu gidişin nedeni başka biri olmasın diye dualar ediyorum..”
Bu ifadeleri duyduğunuzda, ne düşüneceğiniz hangi konumda ve tarafta olduğunuza göre değişir. Eğer tarafsız ve objektif bir değerlendirme yapmak isterseniz sadece adil olmak yetmez aynı zamanda hümanist bir açıdan konuya yaklaşmanız gerekir. Genellikle kendilerinde bir çok açıdan yetersizlikler olduğunun farkında olmayan ve kaygı verici düzeyde bir aşağılık duygusunun esiri olan bu insanların sevdikleri kişiyi sahiplenmeye çalışmaları çok şaşırtıcı değildir ancak işin daha kötüsü onlar sevdiklerini sandıkları bu kişinin enerjisini tüketerek saygı ve itibar peşinde olduklarının bile farkında değildirler. Aslında hangi tür arkadaşlık veya dostluk olursa olsun şu " sanmak " denilen şeyin aslında bencilliği de içeren bir günahkarlık olduğunu düşünüyorum.

Tarafların birbirlerine yeterli alan bırakmamaları, sadakat dedikleri şeyin birine kayıtsız-şartsız bağlılık anlamına gelmediğini, herkesin zihinsel ve duygusal açıdan birbirini tamamlamaları gerektiğini algılayacak düzeyde olmamaları, bize bu iki kişinin hayatlarının yanlış bir döneminde bir araya geldiklerini işaret eder.
                                             
Sonuç olarak, kendi başlarına iki ayrı değere ve öneme sahip iki insanın göz alıcı ve benzersiz bir aşkı yaratabilmek için en önemli etmenin tarafların benzer  zekada, kişilikte, kültürde olmalarının yanısıra benzer hayat  felsefelerine de sahip olmaları gerektiği çok açıktır.Öyle ise bu iddiamızı güçlendirecek ve sağlam bir kanıta ihtiyacımız var, yani hayalini kurduğumuz  böyle bir aşka, yani Salvador Dali’nin aşkına..

 “Büyük sanat eserleri yaratmaya karar veren her iyi ressam önce benimle karımla evlenmelidir, her erkek bir kadınla evlenebilir ama sadece  Gala onun ruhunu iyileştirebilir, her zaman bir eş gibi yaşayan o dur, resimlere ressamlardan daha fazla değer veren o dur, koşullar zorunlu kıldığı zaman işe dört elle sarılan o dur, senin açlığını doyuracak biri, hiçbir şey yapmadan yaratıcı güçlerinin vucut bulmasını sağlayacak biri, mekanı mimariye dönüştüren biri, tüm korkuları dağıtan biri..Hiç bir şey yapmadığı zaman bir şeyler yapan biri..”  Sürrealist ressam Salvador Dali ise bu sözlerle  sevgili eşinin hayatında ve işinde  onun için ne kadar önemli bir figür olduğundan söz ediyor bize.

Sevgilisi  Gala  ile olan ilişkisinin başlangıcını  Psikopatalojik semptomlarla belirlenmiş hastalıklı bir anormallik olarak tanımlayan Dali fobilerinin kaynağı  olan cinsel sabit  fikirlerini, hastalıklardan duyduğu korkuyu ve başarısızlık  endişesini  onun sayesinde aştığını itiraf ederek  yarattığı eserlerde onun etkisinin çok net olduğunu dile getiriyor.

Tıpkı Salvador  Dali’nin sevgilisi Gala ile tanıştığı anda yaptığı gibi benzersiz bir ilişki için bazen içten kahkahaların  bile yeterli olduğunu görmek insanı şaşırtabilir  ama  kadınlarla iletişim kurmakta zorlanan birinin o anlarda  durumu kurtarmak ya da saygınlığını korumak adına kahkahalara boğularak gülmesi  durumu kurtarmanın  en ucuz yolu  gibi gözükse de  Dali için bir can simidiydi. Başka kadınlar olsaydı belki onun bu davranışı  karşısında  kendileri ile alay ettiklerini düşünebilirlerdi ama
onun ruhunu okuyan ve içindeki el değmemiş  saflığı görebilen  Gala, onun ellerini çok daha sıkı tuttu ve hiç bırakmadı. Bu açıdan bir kadının aşkını  sadece saf ve içten bir sevgiye dayanıyor gibi görebilirsiniz  ama  o erkeğin aşkını da onun kendisini anlamasına dayandığını söylemeliyiz.  Anlaşıldığını düşünen  bir erkeğin sevgisi karşısında  onu anlayarak  kabul eden ve  seven  bir kadının varlığı beni, bazen böyle kadınların bu dünyada  bir  misyonları olduğunu ve o görevi tamamlamak için orada oldukları gibi mistik bir fanteziye sürüklüyor.  Ama bu esnada yaşanılan güzellikler o kadar ilahi ve  efsanevi  gözüküyor  ki  bunun gerçek olup olmadığı  şeklinde bir tartışmaya girmeyi  bile küstahça gördüğümü itiraf etmeliyim.Ve gerçeküstü  bir ressamın gerçek üstü aşkı işte bu içten kahkahalarla başlamış  ve sonrasında Gala kocasını ve çocuğunu terk ederek, Dali’yle birlikte olmuş ve onun hem sanatını hem ruhunu besleyerek  hemen her tablosunda izler  bırakmıştı.

Dali ona olan aşkını şu sözlerle özetliyordu:

“Gala beni evlat edindi. Ben onun yeni doğan çocuğu, oğlu, sevgilisiydim. Gala benden ölümün etkilerini söküp attı. Delirmememin nedeni, deliliğimi onun üstlenmesidir."

Bu aşk nerdeyse yarım asır  yani  50 yılı aşkın bir süre sürmüştü, ta ki ölüm onları ayırana kadar. Dali’den 10 yaş büyük olan Gala 83 yaşında hayata veda ettiğinde bu derin kederle  Dali’nin hayatla olan  bağları zayıflamış ve acısını  şu sözlerle dile getirmişti ;

"Gala'nın acısından- ki benim acımdır
Gala'nın ölümünden - ki benim ölümümdür
Başka hiç bir şey hayatıma dokunamaz."

Bugün ortalama insanlar arasında yapılan evlilikler büyük ve saygıdeğer aşklar bir yana bırakılırsa, bazen çok basit ama bir o kadar anlaşılabilir ve sıradan nedenlere dayansa da ben bu yaklaşıma ek olarak şöyle bir katkıda bulunmayı yararlı görüyorum. Bir insanın bu dünyada en önemli iki seçiminin, eş ve iş seçimi olduğu konusunda bir senteze varmış biri olarak  kişisel görüşüme göre bunlardan en az birinin doğru olmaması durumunda işlerinizin doğru gitmeyeceğinden emin olabilirsiniz. Eğer bu kara deliğe düşmüşseniz kendinizle ve hayatla olan kutsal  uzlaşma asla gerçekleşmeyecektir.

 Ancak neresinden bakılırsa bakılsın ilişkilerin her sahnesinde kahramanların geleceklerini kişiliklerinin belirlediğini unutmamak gerekir. Socrates’in kendinizi tanıyın söyleminin bu noktada  hayati bir önemi olmasının yanısıra, kendisi kadar başarılı, zeki ve güçlü bir kadına dayanamayacak  zayıf karakterli erkeklerin olduğu bir evrende , eşinin başarılı olması için ideallerinden vazgeçebilecek  sevgi dolu kadınların  olduğunu da  hatırlamalısınız  ve  her konuda olduğu gibi gerçekliğin herkesin üzerinde anlaştığı bir önsezi olduğunu kabul ediyorsak eğer;  bu gerçeklik herkesin kendisini daha iyi hissetmesine neden olacak standartları sağladığında bu önseziler de anlamını  bulacaktır. Voltaire, dinleyen kişi, konuşan kişinin ne demek istediğini bilmiyorsa ve konuşan  kişi de kendinin  ne demek istediğini bilmiyorsa, işte bu bir felsefedir diyordu..

Bu noktada  ne konuştuğum veya ne yazdığım konusunda bir endişem olmasa da tüm bu yazılanlardan  ne anlaşıldığını bilmek kaygısı taşıdığımı saklamayacağım  ama  beni sakinleştiren ve ferahlatan asıl düşüncenin ise  konuşacak  fazla şeylerimiz  olmasa bile  yazacak  çok şeyimiz olduğu gerçeğinin farkında olmaktır  ve bizler  bunu  görebiliyorsak eğer;  söylediklerimiz yüzünden değil, söylemediklerimiz yüzünden acı çekmekten kurtulmuş bir halde  aşk ve nefretin gölgesinde bile olsak,böylece  aramızda  kutsal olan bir uzlaşmanın yani sevmenin ve sevilmenin  bir kez daha  gerçekleştiğini görmek gurur verici olacak.