İtalyanlar bir yatak fakirin operasıdır demişler. Doğrusu bu ifade üzerinde düşünmeden edemedim.Çünkü yoksulluk insan hayatında çoğu zaman ciddi bir travma olarak görülebilirse de  bir insanın gidecek yeri olmaması kadar yatacak bir yeri olmaması da ciddi bir sorun olabilir.Belki de bu yüzden böyle bir söz edilmiş olabilir ancak bir fakirin yatağı olması orada tüm hayallerini hiç olmazsa düşlerinde gerçekleştirebileceği anlamına geliyor olabilir.

Bu opera meselesi üzerine daha önce bir yazı yazmıştım, çünkü  bundan yaklaşık 5 yıl kadar önce zamanının başbakanı 2008 yılından beri tadilatta olan İstanbul Taksim’deki Atatürk Kültür Merkezi binasını yıkacaklarını ve yerine bir opera binası yapacaklarını ancak buna karşılık Taksim’e bir de cami yapacaklarını söylediğinden beri bir sanat dalı olarak  Opera ile ilgilenmenin  demokratlardan çok daha fazla muhafazakarlar tarafından bir ayrıcalık olarak görüldüğü varsayılabilir.  Robert Blench’in de dediği gibi aslında opera; sahnede  birisi arkasından bıçaklandığında sırtından kanlar akması yerine şarkı söylemeyi sürdürmesi ve o kişiyi izlerken aynı anda dinliyor olmaktır ama  bunun özel bir zevk haline gelmesi  yine de dikkat çekicidir ? Bu kolay bir iş değil. Çünkü okullardaki müzik, resim ve sporun, hatta edebiyatın  ikinci plana itilerek hesap kitap derslerinde becerili olanların zeki sayıldığı bir öğretim sisteminden çıkan bir kişinin ailesinde de bu konularla  ilgili veya ona ilham verecek kişiler yoksa bir insan nasıl operaya ilgi duyabilir ki ?Tek bir cevabı var.Merak duygusu..Ya da bir gün şu opera dedikleri şey de ne ola ki diyerek paraya kıyıp bir operaya gitmekle mümkün olabilir  bu.  Tıpkı Osmanlı padişahı III. Ahmet tarafından 1721 yılında ilk kez Fransa’ya elçi olarak gönderilen Yirmisekiz Mehmet Çelebi’nin  “Paris şehrine mahsus bir oyun var imiş. Opare derler imiş.” sözlerinde dile getirdiği gibi, bir gün bir yerlerde yaşamınızda daha önce bilmediğiniz bir şeyin büyülü dünyasına kendinizi bırakabileceğiniz bir merak duygusuna sahip olmak aslında bir ayrıcalıktır. Şimdi Şevket Rado’nun hazırladığı Paris’te Bir Osmanlı Sefiri adlı kitapta –Çelebinin bu konuda o dönemde kullandığı orijinal yazım dili ile olan  anlatımına  kulak verelim:
“Paris şehrine mahsus bir oyun var imiş. Opare derler imiş.”Acaip san’atler gösterirmiş. Ol şehre mahsus imiş. Şehrin kibarları varırlar, vasi dahi, ekseriya varır, kral dahi ara sıra gelir imiş.Bir gün bizi Vasi Merşal davet eyledi.Anı seyre gidecek olduk.Vasinin sarayına bitişik bir yere vardık. Ol saray mahsus Opare için yapılmış.Rütbesine göre herkesin oturacak yerleri var.

Bizi kralın oturduğu yere  götürdüler. Kırmızı kadife ile döşenmiş idi. Vasi Merşal dahi gelmiş, yerinde otururdu.Her taraf erkek ve kadın ile baştan başa dolmuş idi. Ve yüzden fazla saz hazır idi.Akşama bir saat var idi. Her tarafı kapalı olmakla birkaç yüz balmumu ve billur avizelerle  hesapsız mumlar yanmış idi. Ol mahal ziyade tekellüflü( gösterişli) yapılmış olup cümle  trabzanları ve direkleri ve dört yanı ve tavan halkari ( altın yaldızlı oyma) olup ve gelen kadınlar ipekli kumaşlara ve cevahirlere garkolmuş bulunup mumların alevinden öyle bir şaşırtıcı parlaklık meydana gelmiş ki, tabir olunmaz.

Önümüzde sazendelerin olduğu mahalde, işlemeli büyük bir perde asmışlardı. Tamam yerleşildikten sonra birden bire ol perde kaldırılıp ardından bir büyük saray zuhur eyledi. Sarayın avlusunda oyuncular kendilerine mahsus elbiseleriyle ve yirmi kadar peri yüzlü kız pırıl pırıl taşlı elbise ve fistanleriyle meclise tekrar pırıltılar salup sazlar dahi hep birden nağmeye giriştiler.Bir müddet raksolunup sonra opareye başladılar. Bunun aslı bir hikayeyi canlı göstermek.  Her hikayeyi bir kitap edüp basmışlar. Hepsi otuz kitap olmuş. Her birinin adı var. Her mecliste bir başka hikayeyi henüz oluyormuş gibi gösterdiler.

Bizim olduğumuz mecliste bir padişah var imiş. Bir başka padişahın kızına aşık o aşık olup istemiş. Amma kızı dahi bir başka padişahın oğluna aşık imiş. Aralarında geçen halleri ayni ile gösterdiler. Mesela padişah kızın bahçesine varacak oldu. Önümüzdeki saray bir anda kaybolup yerinde bir bahçe zuhur etti ki, limon ve turunç ağaçları ile dolu idi.Ve bir vakit oldu ki, dua için kiliseye varacak oldu. Ol bahçe yerinde gerçekten bir büyük kilise peyda oldu. Aralarını soğutmak ve ayırmak için sihirbaza müracaat iktiza edip türlü türlü sihirler gösterüp  ateş oyunları ettiler. Ve atlu ve piyade asker ile cenkler gösterdiler, gökten bulut ile  ademler inüp ve yerden ademler uçurdular. Sözün kısası, ol kadar şaşılacak şeyler gösterdiler ki, tabiri kabil değildir. Gök gürlemeleri ve şimşekler gösterdiler. Görülmedikçe inanılmayacak kadar acaiplikler ve gariplikler temaşa  olundu. Hele aşk hallerini  öylesine gösterüp icra ettiler ki, gerek padişahın ve gerek kızın ve gerek  kralzadenin tavır ve hareketlerine bakıldıkça,insanın acıyacağı gelirdi.

Bu oparenin kibar takımından bir itibarlı bir kimse nazırı var. Masrafı çok bir sanat  olmağla gelirini dahi düşünmüşler ve büyük devlet malı bağlamışlar.Çok şey hasıl olur imiş.Ve bu şehrin hususiyetlerinden imiş.Üç saat kadar vakitte opare tamam olup yine hanemize  gelüp karar eyledik.”
Kendi deyişi ile “opareyi”  bir hikayenin canlı gösterilmesi olarak tanımlayan, üstelik izlediği oyunun konusunu da anlatan  Mehmet Çelebi iyi bir gözlemci. Ancak  orada bulunduğu sırada ortamı ve orada olan bitenleri çok dikkatli bir şekilde incelediği de belli. Bu arada  bir müzik adamı olan   Faruk Yener’e göre Çelebi’nin seyrettiği operanın, İtalyan asıllı Fransız besteci  Jean Baptiste Lully’nin  (1632-1687) o devirde  rağbet gören operalarından birisi  olduğu sanılıyor. Ancak Lully’nin müzik alanındaki etkisi Fransa’nın ve yaşadığı dönemin sınırlarını aşmış ve Bach, Haendel, Telemann gibi müzikçiler Lully’nin müziğinden etkilenmişler.

Türkiye’de opera kültürünün yani Taksim’de AKM nin yerine aynı anda bir opera binası yapılması hayalinin altında işte yukarıda anlattığımız Fransa elçisi olan Yirmisekiz Mehmet Çelebi’nin yazdığı “Sefaretname” adlı eserinde bahsi geçen anılar önemli rol oynamıştır. Osmanlı’da Batılılaşma programının hazırlanmasında  ve  matbaanın gelmesinde onun  gözlemleri  sonucunda vermiş olduğu bilgilerin önemli olduğu açıktır. Bununla birlikte Osmanlı’da opera konusunda ilk girişimin  Sadrazam Köprülü Fazıl Mustafa Paşa tarafından  (1637-1691) Şehzade Mustafa için düzenlenecek sünnet düğününe bir opera topluluğu çağırması olduğu biliniyor.

Fransa’daki görevini tamamlayarak  8 Ekim 1721 de  İstanbul’a dönen Mehmet Çelebi’den yıllar sonra yani 1797 yılında ise Padişah III. Selim’in ilk defa Topkapı Sarayı’nda bir opera izlemesi 1800’lü yıllarından başından itibaren diğer Osmanlı Padişahlarının da bu konuya ilgi göstermelerinden önemli bir adım olduğunu söyleyebiliriz.
İngiltere’de 1656 yılına kadar kadın rollerini erkeklerin oynamasına karşın Yirmisekiz  Mehmet Çelebi’nin Fransa’ da  izlediği oyunda kadın rollerini kadınlar oynuyordu ve kadın oyuncular genellikle erkek bir oyuncu ile evli oldukları ve bu şekilde kadınların kocaları ile oynadıkları biliniyor. Türkiye’de ise  1859’da yazılmış olan ilk Türk Oyununda Türk kadınları değil Ermeniler rol alıyordu ve bu 1869’lara kadar sürdü. Türk kadınlarının oyunları seyretmesine yalnızca kumpanyalarda izin veriliyordu ve tiyatronun en güzel temsillerinin verildiği ramazan ayında kadınların oyun izlemesi yasaktı. Sahneye çıkan  ilk çıkan Türk kadını, 19. yüzyılın ikinci yarısında, “Amelia” sahne adıyla, bir kazaskerin kızı olan Kadriye’dir. Onun dışında  20. yüzyılda, 2. Meşrutiyet’ten sonra sahneye çıkan, ama sürekli polis takibi yüzünden sahneden uzaklaşmak zorunda bırakıldığı için uyuşturucuya alışan ve 1941’de yapayalnız ölen Afife (Jale)’de bir başka kadın karakterdir.

1939 da Avrupa’da sahne almasına rağmen Türkiye’de   Nisan 1941 tarihinde Karl Ebert yönetiminde, “Tosca ” ve “Butterfly” adlı  operalar ilk profesyonel Avrupa temsili olarak  Ankara Halk Evi’nde oynanırken Semiha Berksoy da  ilk Türk kadın opera sanatçısı olarak sahneye çıkıyordu. Söz madem kadınlardan açıldı bu noktada sözü yine Yirmisekiz Mehmet Çelebi’ye bırakalm. Bakalım 1721 yılında XV.Luis  döneminde Parisli kadınlar için neler söylüyor?
 “(Paris) sokaklarında halk ziyade çok görünür. Zira avretler daima sokaklarda hane be hane (ev ev) gezmektedirler.Asla evlerinde oturmazlar.Erkek ve kadın karışık olmağla şehrin içi ziyade kalabalık görünür.Dükkanlarda oturup alış veriş edenler hep kadınlardır.”
“Elimizden ne gelür, hoş geldiler, safa geldiler” dedik, gitti

Ve o kadınlar ki ; Yirmisekiz Mehmet Çelebi ve maiyeti Ramazan ayında iftar zamanı yemek yerken onları  seyretmek istemişler .Tabi kral buyurunca o da şöyle demiş:  “Elimizden ne gelür, hoş geldiler, safa geldiler” dedik, gitti. Devam ediyor: “ Anı gördüm ki, akşama yarım saat kaldık da bir iki yüz avrat, altın ve ziynet içinde ve elmaslara batmış bir halde gelüp karşu be karşu sandalyelere oturdular. Güya konağımız kadınlar evine dönüp dolu, taştı.Sonra etrafımızda olanlardan dahi iznimizi haber alanlar bir taraftan gelmede.Bir kaç yüz kadın içinde kaldık.Sanki düğün evine döndü.”

O yüzyılda Osmanlılar’ın nasıl insanlar olduklarını merak eden Avrupa’lılar bugün onlardan miras kalan Türkiye’nin ne durumda olduğuna dair çok daha net bilgilere sahip olmalarına rağmen Türkiye’yi kurdukları Birliğin kapısında yıllardır bekleterek -sen bizden değilsin- mesajını yineliyorlar.Onlara göre Türkler’in oynadığı  Madam Butterfly veya Carmen adlı operalarda kadınlar rol alsa da, yeni opera binaları yapılsa da adaletin sağlanamadığı  ve gelir dağılımındaki büyük eşitsizliğin  giderilmediği bir ülkede Fransız düşünür Voltaire’in dediği gibi bir  ülkenin vatandaşları için “Hükümet hatalıyken haklı olmak tehlike yaratıyorsa” tüm bu sanatsal faaliyetlerin bir önemi yok.Çünkü opera izlemenin hala belirli bir grubun ya da kendilerini demokrat olarak ilan eden belirli bir batı kültürü almış insanların ayrıcalığı olduğunu onlar kadar diğerleri de  çok iyi  biliyor.