Halime ÖZÇELİK

*Bugünlerde ‘acele kamulaştırma’ haberi almadığımız gün neredeyse yok gibi. Nedir bu acele kamulaştırma?
 
Acele kamulaştırma olağanüstü durumlarda başvurulması gereken bir yoldu. Bunu Kamulaştırma Yasası’nın 27. maddesi ‘Milli Müdafaa Mükellefiyeti Kanunu’nun uygulanmasında yurt savunması ihtiyacına veya aciliyetine Bakanlar Kurulu’nca karar alınacak hallerde veya özel kanunlarla öngörülen olağanüstü durumlarda gerekli olan taşınmaz malların kamulaştırılması’ olarak düzenlemektedir. Yasaya göre acele kamulaştırma yoluna başvurabilmek için yurt savunması gibi olağanüstü bir ihtiyacın baş göstermesi gerekiyor. Olağanüstü bir durum olunca süreç de olağanın dışında işlemektedir, idarenin başvurusu üzerine mahkemece yedi gün içinde değer tespiti yaptırılıp, belirlenen paranın ilgili kişi adına bankaya yatırılmasının ardından kamulaştırılan mala el konuyor. 
*Bir makalede acele kamulaştırmanın kanunlaştığı 1956 yılı ile 1983 arasında Bakanlar Kurulu tarafından toplam 5, 1983-2004 arasında 11 acele kamulaştırma kararı alınırken 2004- 2012 arasında ise 133 tane acele kamulaştırma kararı alındığını okudum. EPDK tarafından yapılanlar ise hiç bilinmiyor. Halihazırdaki sadece HES projelerinin sayısının iki bini geçtiği düşünülürse, EPDK tarafından verilen acele kamulaştırma kararlarının vehameti de ortaya çıkar sanırım. AKP Hükümeti’ndeki telaşın nedeni nedir; yangından mal kaçırma mı, benden sonra tufan mı?
İlk olarak altın madeni işletmeleri için yapılan kamulaştırmalarla kamuoyunun gündemine gelen acele kamulaştırmaların, son günlerde hidroelektrik santralleri (HES), termik santraller, kentsel dönüşüm projeleri için yapıldığını görüyoruz. Bakanlar Kurulu’nun aldığı acele kamulaştırmalarla, çevre sağlığı ve canlı yaşamı açısından tartışmalı olan, ekolojik yıkıma yol açma potansiyeli taşıyan bu yatırımların önü açılıyor. Uygulamada kamulaştırmayı bir bakanlık ya da kamu kurumu yapıyor, kamulaştırma bedeli ile yargılama giderleri gibi masrafları yatırımcı şirketler karşılıyor. Taşınmazlara kamu gücüyle el konulduktan sonra şirketin kullanımına devrediliyor, bu şekilde şirketlere kamu gücüyle dikensiz gül bahçesi sunuluyor. ‘Parayı veren düdüğü çalar’ anlayışı gereği, süreç tamamlandığı zaman şirket o yörenin tek hakimi oluyor. Üstüne bir de sosyal sorumluluk adı altında yaptığı yollar, çeşmeler, cami onarımı gibi işlerle toplumsal direnç kırılıyor, buna karşılık şirketler aynı zamanda bir idari otorite halini alıyor. Şirketlerin oluşturduğu bu iktidar, faaliyetlerini denetlenemez hale getiriyor. Her türlü izni fazlasıyla veren kamu otoritesinin denetleme gibi bir derdi yok zaten. Diğer yandan denetleyebilecek teçhizatı ve yetişmiş elemanı da yok. 

Bugün uygulanan neoliberal ekonomik politikalarla insan emeği sömürüsünün yanı sıra doğal varlıklar da sömürünün hedefi haline geldi. Sürekli ve hızlı büyümeyi hedefleyen endüstrileşmenin geldiği aşamada, yenilenemeyen doğal kaynak rezervleri hızla tükenmekte, oluşan atıklar çevrenin taşıma kapasitesinin çok üzerinde kirlilik oluşturmaktadır. Teknolojik gelişmelerle var olan kapitalist sistemin sürekliliği sağlanmaya çalışılmaktadır. Yaşam kaynaklarının hızla tüketilmesi, yaşam alanlarının kirletilmesi ve yaşanan küresel iklim değişikliği ile ekolojik yıkımın eşiğine gelmiş durumdayız. Bu sistem, eşitsizliklerin, hiyerarşinin, merkezileşmenin ve şiddetin kurumsallaşmış biçimde gündelik yaşamın bir parçası haline geldiği, dayanışmanın yok edildiği bir toplum düzeni yaratmıştır. Ne pahasına olursa olsun ‘kalkınma’ saplantısı yaşamı korumuyor, küreselleşen şirketleri daha fazla zengin ediyor, buna karşılık dünyada yaşam yavaş yavaş tükeniyor.

 İşte şu anda iş başında olan AKP Hükümeti, yıkıma götüren bu sistemin en iyi uygulayıcısıdır. Doğal varlıkların işletilmesi için şirketlere her türlü kolaylığı sağlıyor, bunun karşısında duran her türlü direnci ve güvenceyi ortadan kaldırmaya çalışıyor. Acele kamulaştırma bu politikaların uygulanmasının en önemli silahı konumuna gelmiş durumda.

*Sizin Efemçukuru’ndaki deneyiminizi anlatabilir misiniz?
Acele kamulaştırmanın bir örneği İzmir’in arseniksiz tek su havzası olan, orman alanları, ekolojik üzümleriyle, İzmir’in damı olarak nitelendirilen Efemçukuru’nda yaşandı. Altın Madeni işletme sahası ve sağlık koruma bandı için yapılan bu kamulaştırma sürecinden söz ediyorum. Başta altın madenine karşı ciddi muhalefet eden köylüler, acele kamulaştırma baskısı altında ‘biz bunlarla baş edemeyiz’ deyip, bağlarını şirkete sattılar, paraları da harcadılar, şimdi daha da yoksullar. İçlerinden bir kişi Ahmet Karaçam halen direniyor. Ahmet Karaçam ile birlikte İzmir’de bu işi dert etmiş bir avuç insandan başka da kimse ilgilenmiyor. Altın madeni işletmesi de sağlık koruma bandı içindeki Ahmet Karaçam’ın arazisini alamasa da gerekli izinleri aldı, 1 Haziran 2011 tarihinden bu yana çalışıyor. Denetim mi; kim, hangi teçhizatla, hangi uzman ekiple yapacak? Faaliyetin su havzasında yarattığı etki tam bir muamma. Bu yetmiyormuş gibi işletme, yaklaşık üç kat kapasitesini artırma için ÇED izni aldı. Acele kamulaştırmalara direnilebilseydi, İzmir bu riski yaşamak zorunda kalmazdı.

*Kazanılan davalara rağmen hukuk dışı yollarla şirketlerin işlerini yürütmeleri bu mücadeleyi nasıl etkiliyor?
Siyasi iktidarın şirketler lehine kullandığı kamu gücü ve şirketlerin devasa ekonomik gücü mülksüzleşen, yerinden edilen yöre insanını güçsüzleştiriyor. Ortaya çıkan ‘kabullenilmiş çaresizlik’ hali yaşam alanlarını korumak için çabalayan toplumsal hareketleri zayıflatıyor. Geçim kaynağı elinden alınan küçük üreticiler, köylüler, yurtlarını terk etmek zorunda kalıyorlar. Kente göç, güvencesiz işlerde çalışmak zorunda kalmak gibi ciddi sosyal sorunlara yol açıyor. Soma’da olduğu gibi geçimlik tarım yapamayan insanlar ölümüne kömür ocaklarında çalışmaya mahkum ediliyor. 
*Son on günde Ege’de haber olan Soma Kolin Termik Santrali, Seferihisar Ali Ağaoğlu RES’i, Tire, Ödemiş, Aydın Köşk RES’leri, Damlacık acele kamulaştırmaları var. Başına acele kamulaştırma belası gelen insanlara önerileriniz ne olur?
Öncelikle örgütlenmelerini öneriyorum. Örgütlü olarak kamuoyu oluşturma, müşterek yargıya başvurma, yaşam savunucusu örgütlerle dayanışma yapmalarını öneririm. Görecekler ki yalnız değiller. Bunun yanı sıra olayın siyasal yönünü atlamamalarını öneririm. Çünkü kendilerine yaşatılan mağduriyetler politik bir tercihin ürünüdür, o zaman yaşam alanlarını  korumayı, dünyanın geleceğini güvence altına almayı öngören siyasetin destekçisi ve aktörleri olmalarını öneriyorum.
*Yapılan, yapılmaya çalışılan enerji-maden yatırımlarının tarihi, doğal sit alanlarında, zengin tarım havzalarında, su havzalarında olması bile kar etmiyor. ‘Kamu yararına yapılan’ bu işlere, ‘kamu’ tarafından kamu davaları açılamaz mı, örneği yok mu?
 
Kamulaştırma, kısaca kamu idaresinin, yasayla yapmakla yükümlü olduğu kamu hizmetlerini yerine getirebilmesini gerektiren özel mülkiyete konu taşınmazlara, bedelini ödeyerek kamu gücüyle el koymasıdır. Kamulaştırmalarda kamu yararı ile özel mülkiyetin çatışması söz konusudur, özel mülkiyet sahibi istemese de mülkünü idareye terk etmek zorundadır. Devletin zorla el koymasını haklı kılacak yegane gerekçe, kamu yararıdır. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, Anayasa ve Kamulaştırma Yasası’nda da belirtildiği gibi kamulaştırmanın ön koşulu kamu yararıdır. 

Burada kamu yararına yapılan bir işin tam aksine kamunun zararına yapılması çelişkisiyle karşı karşıyayız. Kamulaştırmayı yapan kamu idaresi, kamu yararı için yapılması öngörüldüğünden buna karşı hukuksal mücadele de ancak mülk sahiplerince yapılabilir. Bu na rağmen, sonuç almak için ortak hareket etmek, toplumsallaştırmak zorunlu görünüyor.
*Son yıllarda yapılan ve yapılması planlanan HES, RES, nükleer, termik santral, siyanürlü altın, maden... projelerine baktığımda içim kaldırmıyor. Bir 30 yıl sonra ülke ne hale gelecek sizce? En önemlisi de ne yapmalı?
Böyle giderse toprak mülkiyeti el değiştirecek, bakmayın siz kamulaştırılan taşınmazların hazine adına tescil edildiğine. Ondan yararlanacak olan, ondan tasarruf edecek olan bir özel şirket. Önüne geçilmezse, hakların güvencesi olan hukuk kurallarından vazgeçilmesi, güvencesizleştirme, şirketlerin hakimiyeti ile sömürünün derinleşmesi yaşanacak. Buna dur demek için demokrasiyi geliştirmek, karar süreçlerine halkın katılımını sağlamaktan başka çıkış yolu gözükmüyor. Halkın katılımı hem ekolojinin korunmasının en önemli güvencesi hem de demokratik toplum olmanın bir gereğidir. Gezi direnişi ile bunun somut örneği yaşandı, şiddetsiz demokratik tavırla örnekleri çoğaltmalıyız. Bunun güvencesini de yaşamı tehlikeye atan politikalara karşı, insanın kendisine ve doğaya yabancılaşmasının önüne geçecek, doğayla uyumlu, toplumsal yaşamı hedefleyen yaşamın siyasetinin örgütlenmesi oluşturacaktır.
Arif Ali Cangı
13.03.1964 tarihinde Mersin’in Mut İlçesi Yapıntı Köyü’nde doğdu. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu,1993 yılından beri İzmir’de avukatlık yapıyor. İki dönem ÇHD İzmir Şubesi, iki dönem İzmir Barosu Yönetim Kurulu Üyesi oldu. İzmir-Bergama, Eşme, Sivrihisar, Havran/Küçükdere Elele Hareketi’nin 2003-2004 döneminde, Allianoi Girişim Grubu’nun Eylül 2004-Mart 2006 arasında, EGEÇEP Ege Çevre ve Kültür Platformu’nun da Aralık 2006-Ocak 2008 arasında dönem sözcülüğü görevini üstlendi. Küresel BAK İzmir Grubu’nda aktivist olarak çalıştı. 2009’da İzmir Birlikte Başaracağız Platformu tarafından Bağımsız-İzmir Büyükşehir Belediye Başkan Adayı gösterildi. Kapanıncaya kadar EDP İzmir İl Başkanlığı, 25 Kasım 2012’de kurulan Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi’nin (YSGP) 1 yıl süreyle eş sözcülüğü görevini yürüttü. Evli olan Arif Ali Cangı, Deniz ve Zeynep adında iki kız çocuğu babası.